1.
Çınlama sandım önce, kulağım çınlıyor. Sonra korkmaya başladım. Sanki kulağımda bir hayvan var. Kulak zarımı kemiriyor. Ölüyorum sanmıştım sonra. Yerler zangırdıyor. Duvarlar bana doğru yürüyor — sendeliyor. Bir tek kulağımı hissediyorum, ağrı yok, kramp yok, sızı yok. Midem bulanmıyor ama başım dönüyor. Bütün hayatım kulağımın içinde yeni baştan olup bitiyor. Arkasından kulağımdaki acı aşağıya, göğsüme indi, içimi karıştıran bir titremeye dönüştü orda. Yürüdüm. Ölmediğimi gözümü açtığım anda anladım. Kulağımdakinin ve göğsümdekinin bir ağrı olmadığını, ses olduğunu anladım. Gözüm yeniden görene kadar geçen o kısacık zamanda yine sesler vardı — çok uzak iki farklı yerden. Çığlıklar da. Görmeye başladığım ilk anda deprem zannettim. Ayağa kalktığımda karşılaştığım çok daha fenaydı. Asfalt, cam gibi ufalanmış. Bütün binalar yok olmuş. Sadece demir iskeletlerin kalıntıları | Yürüdüm. Hislerimi kaybetmeye, sanırım, o zaman başladım. Ne olduğunu anlamaya çalışmadım, korkmadım. Ufuk incecik bir alev halindeydi. Yokluğun ilk birkaç on dakikası soluk kızıl bir sisle boyanmıştı, havada tutkal kokusu vardı. Sonra uçtum — tam anlamıyla. Bir şey yine kulaklarımı kemirdi, ışık gitti. Renk gitti. Sadece uzak gürültülerle tutkal kokusu kaldı.
Güneş düştü diye bağırdım. GÜNEŞ DÜŞTÜ. Yine de korkmuyordum. Yaşadığımdan emin olmak için bağırdım. Sözlerin karnımda köşeye sıkışmış genç hayvanlar gibi kıpırdadığını hissettim önce, sonra onları ağzımdan bırakmak zorunda kaldım. GÜNEŞ DÜŞTÜ. Yüzüm ve dizlerim sızlıyordu. O karanlık belki aylar sürdü. Hiçbir şey görmeden yürüdüm ya da bana yürümüşüm gibi geldi. Belki bir ay sonra çok derin bir uykuya daldım, belki iki ay sonra da uyandım, bilmiyorum. Uyandığımda güneş sağda bir yerdeydi. Soluk kızıl sisi seçebildim. Uykuma kopuk, yanmamış yerleri çürümeye başlamış bir kol eşlik etmiş. Kilometrelerce aralıkla tek tük bina kalıntılarını seçebiliyorum. İnsan sesi yok. Hayvan sesi yok. Herkesi ölmekle ödüllendirmişler, bir tek ben kalmışım.
Ama bu kavrayış bir yanılgıydı. Kıyamet bilgisini en ufak direnç göstermeden kabul etmiştim. Anlamsız bir yürüyüş tutturmuştum. Bazı yapılar hâlâ hayattaydı. Direkte sallanan paramparça bir bayrak gördüm birinde. Cesetler, her yerde. Kimisi neredeyse eksiksiz ve gömülmedikleri için huzursuzlar. Kimisi parçalar halinde.
Köküne kadar yanmış bir ağacın dibinde çoğu kömür olmuş meyveleri ayıklıyordum. Vücudum hâlâ insan vücudu, ihtiyaçları ve zaruretleri var — kıyamet bilgisini kabullenmek için bir neden. Paramparça asfaltta sürünen bir şeyin sesini duydum. Beni gözlüyordu. Kıpırdamadım, ürkmedim bile. İşime baktım. İyice yaklaştı. Merhaba, dedi. Kafamda bir gülümsemenin hayali alevlendi. İçimin çok uzak bir yerinde, zorla ağzıma getirmiş olsam da gerçekten isteyerek gülümsedim.
2.
Yürümeyi severdim. Yaşam baştan başa bir yürüyüş haline gelmeden önce de. Yürümeyi özellikle sevdiğim bir cadde vardı, limanın yanı sıra giden. Yolun iki yanında turunç ağaçlarıyla bezeli kaldırımlar. Öylece yürürdüm sadece. Durup kütüphane binasına bakardım. Ağaçlara dokunurdum. İyi bir kimse olduğumdan değil, severek yaşadığımdan da — fark etmenin bir yoluydu, dokunup hayattayım derdim. Milyon tane tabelanın, egzos kokusunun, insanın arasında ama yine de hayatta olmak büyülü bir şey. Bunun olacağı aklımdan ilk orda geçmişti. Bir gün bitecek demiştim, yürüyecek kaldırımlar da olmayacak dokunacak ağaçlar da. Bu benim ölümüme işaret eden bir fikir olmalıydı. Benden önce o cadde öldü.
Uzun zaman tutkal koktu her yer. Sonra o koku silinip gitti. Çeşit çeşit koku geldi onun yerine, dünyanın bu yeni biçimi kendine yeni bir kokular ve atmosferler envanteri yarattı. Yalnız olduğum zamanlar, cesetleri görünce kederlenen bir tek ben varım diye üzülürdüm. Çürümenin kokusu gündelik bir şey olunca keder de gitti.
Azıcık erzak toplayabilmiştim. Üstümdeki tişörtü çıkarıp birazını bölüştürdüm, adama uzattım. Gel, dedi. Nereye, dedim. Hiçbir yere. Başımı eğdim, erzakımı alıp peşine takıldım. Bir su kıyısına gittik birlikte, suyun üstünde parlak yağsı bir tabaka vardı. Hiçbiryer’in doğusuna mı geldik dedim, burası da oranın irin akan ırmakları | Bir kadın, birkaç adam, birkaç çocuk vardı. Kadın sonradan hep rüyalarıma girdi. Saçları parça parça yanıp kafasına yapışmıştı. Sağ gözü paramparça. Çocukları yanıbaşına toplamış avutuyordu. Herkes bunun başlarına geleceğini hep bilmiş gibi. Herkes yeni hayatın bilgesi olmuş. Yüzlerindeki kirin pasın, kanın altında ölümü çağrtıştıran bir beyazlık var. Tavırlar tuhaf bir sükunetin emrine girmiş. Çok az konuşuyorlar. Nasıl göründüğümü merak edip suya eğildim. Baktım, ben de her zamanki gibi onlara benziyordum. Tişörte sardığım erzakı yere bıraktım. Çocuklar yaklaştılar, pişmiş meyveleri aldılar. Sivri bir taşla bir konserveyi delip açtım. Kadın, belindeki kuşaktan üstü hafif eriyip eğilmiş bir pet şişe uzattı — dibinde sadece bir yudum su var. Çok az konuştuk. Kim olduğumu ya da nerden geldiğimi sormadılar, aynı dili konuştuğumuza sevinerek, sözcükleri tasarruflu harcayarak başımıza gelen felaketten bahsettik. Kadın tek gözüyle ölülere ağladı.
Orda uzun süre kaldık. İlk karşılaştığım adamla birlikte dolaşıp etrafımızda hayatta kalan bütün çulu çaputu topladık önce. Yanmamış ağaç dallarıyla, sopalarla çadır kurduk. Gündüzleri yiyecek toplamaya gidiyorduk. Nadiren birileriyle karşılaşırdık. Önceleri gelip geçen yolcular çok cömertti. Yiyeceklerimizi paylaşırdık. Yiyecek bulunuyordu ama suya güvenmek zordu. Bir süre marketlerden arta kalanlarla idare ettik. Sonra ırmaktaki suyu kaynatacak kap aradık. Hiçbir şeyin yanmaya mecali yoktu. Bizim yaşamaya hırsımız vardı. Nerdeyse hiç konuşmadan. Yolcular intiharların haberlerini getirirdi. Ölmemek için canla başla uğraşıyorduk. Bir ördek sürüsü bulmuştuk. Hepsi birden oldukları gibi ölüvermişler. Başlarında durmuş acaba bunları yesek mi diye tartışıyorduk. Hastalıktan korkuyorduk. Birden bir şey oldu, neden oldu bilmiyorum, göğsüm sıkıştı, panik | SAAT KAÇ diye bağırdım. Çocuklar korktular, adam da korktu, sağ elini kaldırıp baktı gayriihtiyari. SAAT YOK diye bağırdım GÜNEŞ HİÇ KIPIRDAMIYOR. Yaşamak için hırsımız vardı ve çok kuvvetliydi.
Kampa döndüğümüzde sessizce ağladım. Felaket olurken cebimde kalan, gözüm gibi baktığım paketten bir sigara çıkarıp yaktım. Bayatlamıştı ve çok güzeldi. Gırtlağımda beliren oluktan katranın nasıl ince ince aktığını görebildim sanki. İçimdeki ölü kendim dirildi, panik geri geldi. Herkes uyuyana kadar bekleyip üç beş parça eşyamı aldım, yürüdüm. İçimdeki sıcak boşluk ancak böyle dolacak gibi geldi. Öyle yürüdüm ki bir yere varmam yıllarımı aldı. Bolluğun (bolluk?) ve cömertliğin yok oluşunu gördüm. Kamplar dağıldı, yeni uygarlık provaları uzaklarda solup gitti. Ölü bir dünya için çok fazla yaşayan insan vardı. Kıraç topraklar kendilerini bile besleyemiyordu. Yamyamlığı gördüm yürürken. Kocalar karılarını, kadınlar çocuklarını yediler. Allah çok azının aklındaydı. Bir keresinde ölü bir lunaparkta yirmiye yakın insan gördüm. Birisi kirli beyaz bir entari uydurmuştu kendine, kirli ve beyaz ve kutsallık anıştırmalarıyla ağzına kadar dolu. Demirlere ipler, çaputlar astılar. Başlarındaki bir konuşma yaptı Allah nazarında intiharı haklı çıkarmak üzere. Hepsi hiç düşünmeden sallandırdılar kendilerini.
3.
Nerde olduğumu unuttum ben. Ülkeler kayboldu. Doğduğum kentte miyim? Önemli mi? Kaç yaşındayım bilmiyorum. Seneleri saymak için gerekli imkan yoktu. Ama yürüdüm. İnsanlar ölmemek için birbirini yerken ben hep nedenlerin üstünde olduğumu söyleyip durdum kendime. Bir gün o eski makine çalışacak dedim. Eskisine çok benzer yeni hayatlar üretecek. Bunun için yürüdüm. Kendime yoldaşlar edinmek için. İnsanlar başka insanlarla çoğunlukla sadece onları yemek için bir araya geliyordu. Kemiklerimi sayıp yola devam ettim. Eski dünyanın artıklarını yedim ve doydum. Bir gün bir ağaç kenarında uyuyordum. Hiç suyum kalmamıştı. Soğuk, acıtıcı bir yağmurla uyandım. Önce avucumu açıp suyu orada biriktirdim, dilimi değdirdim. Ölüm gününden beri yağan en berrak yağmurdu. Tasımı çıkarıp dolmasını bekledim. Tasa dolan suyu içip ağlamaya başladım. Kendi’me sordum, acaba buna değer mi? Artık sadece yağmurlara ve saireye sevinebiliyorum. Ağlaya ağlaya yola düştüm yine. Bir vadi çıktı önüme. Ortasından zayıf, kıpkırmızı bir kaynak çağlıyordu. Tetikteydim, suyun olduğu yerde insan da vardır, koşullar ne olursa olsun. Güç bela ezip bilediğim demiri çıkarıp beklemeye başladım. Gözüm suyun dibinde dizlerinin üstüne oturmuş birini seçti. Dikkatlice indim aşağı, genç bir kadın. Kendi’m içimde kıpırdandı hisler saçarak. Belki tuzaktır dedim. Etrafında dolaştım, baktım, araziyi taradım. İnsan izi yoktu. Kendi’m itti, kadının yanına vardım. Ağlıyordu, geldiğimi duyunca bana baktı. Gel dedim birden, elimi tut. İçimde hazırlanmadı konuşma, nihai üç sözcüğü söylemek için başka sözcükler sarf etmeye ihtiyaç duymadım. Elimi yakaladı, yola düştük birlikte. Gerçek dünyanın bir serabı gibi, ölü dünyanın bir hikmeti. Bulabildiğim tek yoldaşım o oldu. Gördüğüm yağmurlardan, umut vadeden ve umut yıkan şeylerden söz ettim. Ya hemen ölmeli ya da birlikte yürümeliyiz dedim. Yürüyelim dedi. Gidilecek bir yer yok dedim, biz yapana kadar yok. Yapacak bizden başka insanlar da var biliyorum dedi. Kendi’m hiç susmadı o günden sonra, ağladığını, güldüğünü, delirdiğini hep hissettirdi. Çok konuşmazdık ama dilimizi yitirmedik. Dilleri yitirenler oldu. Bu yeni koşullara ait, eskisinin yöntemleriyle çalışan ama yine de yeni, bu yüzden isimsiz ve tanımsız bir şeydi aramızdaki. Hiç değilse derinlerde bir yerlerde sönmekte olan sevgiyi körükledik birbirimizde. Birbirimizi inandırdık.
4.
Felaketten birkaç sene önce birisi kendini yakmıştı. Yıkımı muştalayan peygamber görünüşlü bir adamdı. “İplerden örün artık binaları” diye bağırıyordu…