Maffy Falay. Muvaffak Falay. Heyy Maaffff… Demek bugün göçtün.
10 yıl oldu belki sana çarpalı. O Beyoğlu akşamı Deniz Yüksel aramıştı telefonla: “Hamam Sokağındaki plakçıdayız. Hemen gel. Yanımda Maffy var, mutlaka tanışmalısınız!”
Plakçıya giderken senin dünyanın en iyi cazcı babalarıyla çalan büyük bir cazcı olduğunu biliyor muydum, belki. 82 yaşında olduğunu biliyor muydum, belki. İsveç’te yaşadığını, orada çok sıkıldığını, İstanbul’a İsveç’te bulamadığın “hayat” için geldiğini, ama burada da gerçek cazıduyamadığın için gelir gelmez İsveç’i özlediğini, gene de hayatı, yani İstanbul’u bırakmak istemediğini biliyor muydum, belki. Ama ben bilmiyormuş gibi yazmak istiyorum çünkü bunların hiçbirini o günü düşündüğümde hatırlamıyorum. Ne zaman o akşamı hatırlamak istesem, seninle plakçıda tanıştıktan sonra, gece yarısı kaldığın otele gidinceye kadar geçen zamanı atlar, hemen otel odasına girdiğimiz anı zihnimde canlandırmaya çalışırım. Sanırım bu caz ya da caza benzeyen bir şeyle ilk karşılaşmamdı.
Yanımda 80’lerinde genç, çok genç bir trompet virtüözüyle Beyoğlu’nu yarıp geçmişiz. Kaldırımlarda müzik yapan sokak müzisyenlerinin hemen hepsinin en içten saygı selamlarını toplayarak yarıp geçmişiz Beyoğlu’nu. Asmalımescit’te, çoğu kırık hayatların kaldığı pansiyonun kapısından içeri giriyoruz. Maffy, resepsiyondaki adamla ayaküstü laflıyor. Birazdan odasına çıkıyoruz. Küçük, daracık bir oda burası. Islak çamaşır kokuyor. Banyosu yok. Tek kişilik bir yatak, yanında küçük bir sehpa, sehpanın yanında bir elbise dolabı. Asmalimescit’e bakan küçük pencerenin önünde boyası dökülmüş eski bir iskemle de var. Maffy, elbise dolabını açıp içinden tahta bir bavul çıkarıyor. Küçük, asma bir kilidi var bavulun. Anahtarını cüzdanının bozuk para cebinde taşıyor. Çıkarıp açıyor bavulu. Mor, kadife bir örtüyle sarılmış trompetini iki eliyle çıkarıyor bavuldan. Bir bebeği annesinin kucağından alır gibi çıkarıyor yoldaşı trompetini. “İki nefes keyf alalım”. Trompetin içinden, peçeteye sarılı, yarısı içilmiş keyfi çıkarıp yakıyor. Bir nefes. Bir nefes daha. İki nefes. Sonra bana uzatıyor keyf’i. “Bugün ısıtma yapamadım, bakalım küsmüş mü?” Ardından pencerenin önündeki iskemleye oturup, Beyoğlu’na doğru çalmaya başlıyor. İçinde tüm duyguların birbirini kucakladığı bir müzik sanki bu. Neşeli mi, evet. Kederli mi, evet. Heyecanlı mı, evet. Üzgün mü, evet. Umutlu mu, evet, ümitsiz mi evet. Coşkun mu, evet. Sakin mi, evet. Maffy çaldıkça, İsveç’teyken İstanbul’da özlediği hayat, otel odasının penceresinden içeri, trompetin ağzından Maffy’in içine doluyordu, bunu anlamak için duyabiliyor olmak yeterliydi.
Heyy Maaff. Demek bugün göçtün. Bugün senin en güzel günün. Çünkü biliyoruz, cazın peygamberi, onu, ölümünden önce birkaç yılla kaçırdığın Charlie Parker, beraber çalmak için seni bekliyor öte yakada. Yanında Dizzy ve başka babalarla birlikte. Senin müziğinin tüm tutkunları, yaşamını yakından izlemiş tüm arkadaşların, seni burada nasıl hayretle dinlediyse, hiç kuşkusuz, şimdi orada, onlar da aynı hayretle bekliyorlar seni.
Heyy Maff! Hoşgeldin!