Sevgili Orhan Duru’nun ölümünden üç yıl sonra yayınlanan anlatısı (récit)’nin bir başyapıt olduğunu söyleyeceğim. Onun üzerine birkaç satır yazmanın benim için ne kadar zor olduğunu edebiyat çevresinin değerlendirebileceğini, ama bu arada değerlendiremeyenlerin de çıkacağını bilmiyor değilim. Gene de bu zorluğu sırtlanmak durumundayım; geçmiş, uzun zaman sürmüş edebiyat çalışmalarımız, hissettiğimiz edebiyat anlayışları adına. Çünkü konumlar ne olursa olsun, her çeşit yaşamsal duruşta edebiyat üzerine görüş alışverişinde bulunabildiğim çok az sayıda yazardan biriydi. Bu görüş alışverişlerinin uzun, can sıkıcı çözümlemeler olduğu düşünülmesin, birikimler kendiliğinden, tek başına yaşam içinde oluşuyordu, fakat birikimlerin kapısının açılıp da ortaya dökülmesi için birkaç sözcük yetiyordu. Sonuçlara ulaşmak çok kolaydı.
Orhan Duru ilk öykü kitabı “Bırakılmış Biri”ni (1959) yayınladığında, o dönemde Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde uzun bir inceleme yazmıştım. Bu incelemenin el yazısı elimdedir. 80’li yıllarda Stockholm’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nda ders verirken, öğrencilere o metinden hareketle, Duru’nun öykülerine uzanarak Türkçe dersler vermek istiyordum. Çünkü Duru’nun Türkçesiyle ilgilenmek 13. yüzyıldan günümüze gelen Türkçenin bütünüyle ilgilenmenin kapılarını açar. Zaman bulup da o eski incelememi, günümüzde aşırı kalmış öz Türkçe sözcüklerden arındırarak yeniden yazamadım. Öte yandan da bu tasarıyı gerçekleştirebilecek kadar çok ders saati yoktu. İşte o incelememde, o eski yıllarda öne sürmüştüm, Orhan Duru’nun bir roman yazması gerektiği -temelsiz- savımı. Ama Duru bu romanı ölümcül bir hastalığın elindeyken, yaşamının son yıllarında yazdı. Yaşamla hiçlik arsındayken.
Hastalığın belirtileri dışa vurduğu zamanda muayenesinden ilk olarak geçtiği doktorun söylediği kadar yaşadı. Hastalığın iyiliğe doğru yönelmesi olanaksızdı. Son üç dört yılını giderek artan hiçlik duygusunun üzerinde uçuşarak, ama yarı varlık, yarı hiçlik olarak yaşayacaktı. Fransız varoluşçu düşünürlerinden Lavelle çok kısa, kesin olarak “varoluşun bir yüzü varlıksa, onun arka yüzü de hiçliktir” dememiş miydi? Hem de Katolik eğilimli olduğu halde. İşte Orhan’ın hastalığı ortaya çıktığı zamandan sonra arta kalan yaşamı.
Tam da bu konumun içinde hiçliğe doğru kayıyordu. Getirdiği sanrılarla birlikte. Tam bir varoluşsal durum. Bu durum, Burak Fidan’ın da yardımıyla (çünkü Burak yanında olmasaydı bu kitap ortaya çıkamazdı) gene tam bir varoluşçu anlatıya dönüştü. Sadece Duru’nun hayal gücünün yaratıcılığını içine alarak değil, yazarın dil rokunu da (evet rock müziğinden söz ediyorum) içine da alarak. Bu dil roku, onun kültürel birikiminden de her zaman yararlanmıştır.
Uzun yazınsal yaşamımız içinde Duru, Batı kültürlerinden gelen varoluşçu felsefelere de karşı çıkmaya çalışmıştır. Sonuç öyle olmadı. Bir hastalık, başkalarının belki panik içinde yaşayacakları uzunca bir yaşam parçası içinde onu tam varoluşsal bir durumun yaratıcılığı içinde yaşattı. Az Roman’da hiçlikle ilgili yazılmış ne çok sayfa var. Bu sayfalar varoluşsal söylem olarak eşsiz değerdedirler.
Hasta olmadan önce de Duru’nun varlıksal konumu ikili, çatallıydı. Bir Meclis muhabirliği yapan, koyu renk giysiler giymiş, alçak sesle konuşan, ölçülü, nazik görünüşlü bir Orhan Duru vardı. Bu akılcı, kendini koruyan Orhan Duru idi. Bir de çatallı bir dönüşle içe inen, Rock öncülerinden herhangi biri kadar isyankar, inatçı Orhan Duru vardı. İşte bu kişilik dört yıl kadar varlıkla yokluk arasında, hem de felsefenin asıl anlamıyla uçuşan Orhan Duru’ya dönüştü. Fidan, onun yakaladığı ipi eline alarak söylemi sürekli kıldı. Bu discours’u yonttu, tamamlattı, benzersiz yapıta, Sennur Sezer’in belirttiği gibi ortak oldu.
Burak Fidan Nasıl Ortaya Çıktı?
Az Roman üzerine yazdığım notta, Duru’nun rahatsızlığından söz ettim. Bu sinsice gelişmiş hastalık onun bacaklarını zayıflatmıştı. Bu zayıflama sonra da sürecek, onun yürüyüşünü giderek zorlaştıracaktı. Bu yüzden İstanbul’da olduğum dönemlerde, arada bir, evine uğrayarak, onu mahalledeki kahvelere çıkarmaya çalışıyordum. Cihangir! Kahvehaneleri bol bir semtti. Ama gene de en ünlü olanı camiin dibindeki en eski kahve, halk kahvesiydi. Bugün artık orada oturacak sandalye bulmak, her zaman kolay değil.
Kısa bir yol olan yokuşu indik. O inerken bana yaslanıyordu. Camiin yanındaki kahveye dört beş metre kadar uzaktan baktık. Çok kalabalıktı. Sağ tarafta ön sırada olan bir küçük masada, sarı saçlarıyla göze çarpan şair Lale Müldür, yanında genç, iri olmayan birisiyle oturuyordu. Ona el salladım, o da aynı hareketi yaptı. “Onların yanına gidelim Orhan” dediğim halde Orhan Duru, dikilip durduğumuz cadde kıyısında kararsızlık içindeydi. Oysa Lale Müldür’ü benden çok tanıyordu. Çekingenliği yakalamıştı onu. Oysa Lale Müldür’ün, kendi çizim defterine çizdiği karikatürünü bana birkaç defa göstermişti. Sonra da, eski Nisuaz kahvesinin olduğu köşede (İstiklal Caddesi’yle bugünkü Ayhan Işık sokağının kesiştiği yerdeki) bir bankanın açtığı galeride, gene sanırım Müldür’ün ortalama 120 santimlik, süpürge saçlı bir maketini de dışarıdan o göstermişti bana. O kadar da değil, Gülhane Parkı’nda, bahar mevsiminde yapılan kalabalık bir şiir gününde Müldür, şiir okurken genç bir vatandaş eleştirel bir söz atmış da, Müldür, o vatandaşa karşı parmağını uzatmış “sen bir sıfırsın” diye bağırmak cesaretini göstermiş. Bu olayı da bana birkaç defa anlatan Orhan’dı. (Niçin “cesaret” diye yazıyorum. Çünkü şiir matinesinin yapıldığı yer, parkta Müslim Baba’nın da türkülerini okumadan önce “lütfen göğsünüze jilet atmayın” anonslarının yapıldığı yerdi. Herhalde dinleyici yapısı bakımından fark azdı arada).
Duru’yu yönlendirdim. Böylece Müldür’ün masasına oturduk. İşte oradaydı o ufak tefek genç adam.Orhan Duru yazarken bilgisayarını pek de kullanamaz olduğunu söyleyince, hemen “ben yardım edeyim” diyen de oydu. Ne para istiyordu, ne bir şey.O akşamüzeri Orhan’ın yakında olan evine gittiler. Sanırım hemen de çalışmaya başladılar. Bu dostluk, çalışma arkadaşlığı böyle doğdu. Burak’ı kuşkusuz kahveye Lale Müldür getirmişti. Onu orada cami altındaki kahvede Orhan Duru ile bir araya getiren, Beyoğlu’ndaki Baylan Pastanesi’nin yaşayan ruhuydu. Pastanenin dip bölümlerinde 50’li yıllarda topluluğa katılmaya gelen genç çocuklardan biriydi bu.
Cumhuriyet Kitap, 7 Ocak 2013.