Barmen ikinci Budweiser’ı önüme sürüyordu. Ona ertesi gün Partizan Belgrad maçına gideceğimi söyledim. Pek umursamadı. Montgomery Martini hazırlamaya uğraşırken kafasını kaldırıp müzikten hoşnut olup olmadığımı sordu. The The’dan Slow Emotion Replay çalıyordu, bayılırdım. Cevap olarak şarkıya eşlik etmeye başladım. Gülümseyip tekrar işine döndü. Tepeye monte edilmiş küçük televizyon ekranında bir La Liga maçı dönüyordu. Barcelona rakibini atağa boğarken barın ilk taburesinde oturan ihtiyar sigarasını yaktı. Hemen ardından yanındaki genç de ona katıldı. Buna daha önce tanık olmuştum. Birkaç dakika sonra bar taburelerine dizilmiş herkes birbirini tahrik ederek sigaralarını yakacak ve sigara içme seansı bir Meksika dalgası gibi barın sağından soluna ilerleyecekti. Sıra bana gelene kadar tütünümü hazırlamıştım bile. Sigaramı yakıp sıramı savdıktan sonra maçı izlemeye koyuldum.
Yorucu yolculuktan sonra sakince oturmak iyi gelmişti. Çalan müzikten, sempatik barmenden, sıkıcı La Liga’dan bile memnundum. Üçüncü Budweiser’ımı istemek için bar taburesini çevirdiğimde yan tarafımdaki iki genç havuçlarına ortak olup olmayacağımı sordular. Barın üzerinde bir bira bardağında ince kesim havuçlar duruyordu. İstemediğimi söyleyeceğim an “Burak Özçivit” dedi biri. Yuh dedim, o nereden çıktı şimdi? Sesi heyecanlı ve yüksek çıkmıştı. Beynim “Burak Özçivit” ve “havuç” kavramları arasında bir bağlantı kurmaya çabalarken beni Burak Özçivit’e benzettiklerini söyleme gereği hissettiler. Belgrad’a girer girmez reklam panolarında gördüğüm Türk dizisi tanıtımlarından Sırbistan’da Türk dizilerinin popüler olduğunu anlamıştım. Bu topraklarda birinin Burak Özçivit’e benzetilmesi için bir bıyığa sahip olmasının yettiğiniyse henüz anlıyordum. Türkiye’den geldiğimi söylediğimde ortam iyice şenlendi. Aramızdaki boş tabureyi kaşla göz arasında yok ederken barmene söyleniyorlardı. Barmen Türk olduğumu biliyordu, onlara söylememişti. Söylemesi gerekiyordu. Barmen umursamadı.
Arkadaşlardan birinin adı Vicko, diğerininki ise Nikola’ydı. Vicko Ayvalık’a sekiz kere gittiğini söyledi. Ayvalık’a gidip gitmediğimi sordu. Ayvalık’a hiç gitmemiştim. Fakat bunu söylersem Vicko’nun coşkusuna ihanet edeceğimi hissettim. “Tabii ki” dedim, “en sevdiğim.” Vicko çok sevindi.
Vicko tıp okuyordu, Nikola ise jeoloji. Türkiye’de yaşamak istiyorlardı. Komikti bu. Sağlık sektöründeki açıklardan bahsederken buldum kendimi. Gene de Türkiye’nin yaşanılacak bir yer olmadığından bahsettim. Politika sıkınca spora geçtik. Basketbol konuşmaya başladığımızda kendilerini kaybettiler, Yugoslav ekolünün merkezindeydim, şaşırmıyordum. Küçük bir ülke olmalarına rağmen büyük bir basketbol ülkesi olduklarını söyledi Vicko. “Türk takımları ise milyonlar bastırdıktan sonra basketbol oynadıklarını iddia ediyorlar” diye de ekledi. Efes’e haksızlık ettiğini söyledim. Nikola laf aralarına dalıp hiç durmadan Tunçeri’nin ayağının çizgide olduğunu söylüyordu. O maçı hatırlıyordum. Nikola’yı duymazlıktan geliyordum. Bahsini açmadığımız basketbol emektarı kalmayana dek basketbol konuştuk. Belgrad’da iki gündür ne yaptığımı sordu Nikola. Ona çektiğim birkaç yüz fotoğrafı göstermeye giriştim. Nikola fotoğraflara göz atıyor, bir müddet turistliğimle alay edercesine güldükten sonra fotoğrafları Vicko’ya gösteriyordu. Vicko gülüyor, başka bir fotoğrafa geçiyorlardı. Turistliğim ve bulduğum her şeyin fotoğrafını çekmemle yeterince alay etmiş olacaklar ki bir süre sonra konuya ilgilerini kaybettiler. Ciddi bir Tarkan hayranı olduğunu söyledi Vicko. Kaçıncı birayı içtiğimi bilmiyordum ama tesir etmiş olacak ki Irish Bar’ın ortasında Kuzu Kuzu söylemeye başladım. Vicko şarkıyı “olmadı, tutunamadım” bölümünden yakaladı. Yugoslav aksanıyla işte kuzu kuzu gelirken gözlerinde aynı Ayvalık coşkusu vardı.
Barmen son siparişleri istediğinde biraları kafaya diktik. Nikola elinde bir Sırp Dinarı tutuyordu, üzerinde Nikola Tesla’nın resmi. Parmağıyla Tesla’yı gösterdikten sonra “Hırvatistan’a gittiğinde Tesla’nın Hırvat olduğunu söyleyecekler, inanma,” dedi, “Tesla Sırp.” Bunu biliyordum. Nikola’ya bu konuda endişelenmemesi gerektiğini söyledim.
Hesap kavgasında bıyıklarımla üstün geldim. Dışarısı soğuktu. Pardösümün yakalarını dikleştirdikten sonra Nikola’ya sarıldım. Onun yolu yukarıdandı. Biz Vicko’yla aşağıdan gidecektik. Bu sayede Vicko bana ertesi gün için Stadion Partizana’ya giden yolu da tarif edebilecekti.
Tren garına doğru yürümeye başladık. Sokakları tanıyordum. Az sonra tren garını solumuza alıp Sava Nehri boyunca yürüdükten sonra yukarı kıvrılacaktık. Knez Mihailova caddesini ortadan kesecek, cadde üzerinden devam edip Kalemegdan’a doğru ilerleyecektik. Hostelim Uzun Mirkova’daydı, Knez Mihailova’nın bir sokak üstü. Belgrad küçüktü ve yön algım daha önce hiç olmadığı kadar açıktı. Üstelik Vicko kafamdaki haritayı detaylandırmak için elinden geleni yapıyordu. Vicko’nun staj gördüğü kadın doğum hastanesine gidiyorduk. İçeride bıraktığı çantasını alması gerekiyordu. Benim için tabii ki sorun değildi. Hastane bahçesine vardığımızda Vicko hızlı adımlarla uzaklaştı. Gecenin bir yarısı, Belgrad’da bir kadın doğum hastanesinin bahçesinde basketbol âşığı arkadaşımı bekliyordum. Durum biraz gülünçtü. Seyahat planlamamı ve Belgrad’da kalacağım gün sayısını Partizan Belgrad maçına göre ayarlarken kafamda böyle bir aktivite olmadığı kesindi. Tek bakışta tarihi bir yapı olduğu anlaşılan hastane binasını izlerken sarının çeşitli tonlarıyla ışıklandırılmış bahçenin merkezine doğru ilerledim. Bahçe boştu. Hastane fazlasıyla sessizdi. Binanın üzerine düşen ağaç gölgeleri orada olduğumu hissettiriyordu. Nerede olmam gerekiyorsa orada olduğum hissiyle dolup taşarken yaşadığım şeyin kolpa bir sarhoş aydınlanması olup olmadığını tartmaya çalışıyordum.
Vicko gelip artık gidebileceğimizi söylediğinde oradan ayrılmak için bunun iyi bir zaman olduğunu düşündüm.
Ertesi gün şehrin yerel kahvecilerini dolaştıktan sonra erkenden stadın yolunu tuttum. Partizan Belgrad maçını kale arkasından, en sıkı taraftar grubunun arasından izleyecektim. Maçtan birkaç saat önce orada olmak iyi olurdu. Taraftarla vakit geçirip onlarla bütünleşebilirdim. Stat yolunda taraftar grubu arayışım sonuç vermedi. Partizan Belgrad lige erken havlu atmış, Kızılyıldız şampiyonluğunu ilan edeli birkaç hafta olmuştu. Soğuktu. Maça ilgi olmayacağını tahmin etmek güç değildi ama kale arkası orada olacaktı. En azından stadın çevresine varana kadar bundan emindim…
Bomboştu. Taraftar ürünlerinin sergilendiği dükkân kapalıydı. İçime işleyen soğukla birlikte stadın çevresinde dolanmaya başladım. Saklanıp gizlenmekten keyif alan bir taraftar grubunu arıyor gibiydim. Bir süre sonra iki güvenlik görevlisi buldum. Soru sorma talebime ilgisiz davrandılar. Onlara bugün bu statta bir maç olduğunu söyledim. Haberleri yokmuş gibi davranmaları sinirimi bozmuştu. İki saate başlayacağını söylediler. Nereden bilet alabileceğimi sordum. Basitçe tarif ettiler.
Yan yana dizilmiş karanlık gişeler kırık döküktü. İçinde bir görevli olan gişeyi zorlanarak buldum. Görevli kadın da tıpkı taraftarlar gibi benden saklanıyordu sanki. Yakaladığında bilet kesmek zorunda olmanın verdiği hoşnutsuz ifade vardı suratında. Kale arkasına bir bilet almak istediğimi söyledim. Gözleri büyüdü. Öyle bir yüz ifadesini hangi durumda karşıma koysanız yaptığımın hoş bir şey olmadığı çıkarımını yapardım. O bileti isteyerek hoş bir şey yapmamıştım. Kadın bileti kesmeyince isteğimi yineledim. Durumu yanlış anladığını düşünüyordu. Arkasında stadın oturma planının yer aldığı bir afiş asılıydı. Afiş üzerinden oturma planını anlatmaya girişti. Muhtemelen kapalı tribün bileti istiyordum ama bunu kale arkası şeklinde dile getirecek kadar dil yoksunuydum. Aksi halde tamamen aklımı kaçırmıştım. Bu isteğimin başka açıklaması olamazdı. Bileti kesmeden önce sadece beni yanlış anlayıp anlamadığından emin olmak istiyordu.
Durumu anladığımı ve kale arkası istediğimi yinelediğimde emin olup olmadığımı sordu. Seyahat rotamı bu maç üzerine kurmuştum. Tabii ki emindim. Tavsiye etmediğini söyledi. Tekrar o bileti istediğimi ve bunun benim kararım olduğunu söyledim. İstemeyerek de olsa bileti kesti. Ücreti ödedikten sonra stat çevresinde ufak bir restoran buldum. Restoran beş masadan oluşuyordu ve barda sadece Jelen vardı. Belgrad’ın yerel birasını sevmiştim. Jelen ve bir porsiyon Gulaş söyledim. Siparişimi verdikten sonra biletimi masaya koyup izlemeye koyuldum. Partizan Belgrad-FK Mladost. Belgrad’daki son günümdü. Güzel bir final olacaktı. Biletin fotoğrafını çektim. Kadraja Jelen’in sarısının girmesine dikkat ettim. Hoş görünüyordu.
İkinci Jelen’i söylediğimde dışarıda bir hareketlenme oldu. Restoran penceresinden görebildiğim manzara bir askeri darbeyi andırıyordu. Ani frenlerle stat kapılarının önünde duran zırhlı araçlardan kamuflaj kıyafetli robokoplar fırlıyordu. Bu kadar zırhlının kale arkası grubunu karşılamak üzere gelmiş olma ihtimalini reddediyordu zihnim. Biletçi kadının yüz ifadesi geldi aklıma. Tekrar masanın üzerindeki bilete baktıktan sonra onu alıp cebime attım. Hesabı ödeyip soğuğa bıraktım kendimi. Bir kenara geçip durumu tartmaya başladım. Kamuflajlılar kale arkası girişini kapatmıştı. Stada giriş yapabilmek için izlemeniz gereken yolu bantlarla belirlemişlerdi. İki kişinin yan yana duramayacağı bir bant yoldu bu. Girip girmeme konusunda kararsızdım. Sanırım taraftarları bekleyecektim ki bekleyişim uzun sürmedi.
Aniden belirdiler ve küme halinde stada girmeye başladılar. Üç beyaz çizgili siyah Adidas eşofman takımı taraftar grubunun resmi üniforması gibiydi. Kalabalık sayılmazlardı. En fazla üç yüz kişi. O üç yüz kişi için Sırp ordusu buradaydı. Birçoğunun sadece gözleri görünüyordu. Kapüşonlar ve suratı olabildiğince kapatan atkılar bu üniformanın aksesuarlarıydı. Bense dizlerime kadar uzanan siyah pardösüm ve yağmur ihtimaline karşı aldığım geniş şemsiyemle film noir evreninden fırlamış bir dedektif misali kenarda durup olan biteni izliyordum. Herhangi birinin üst aramasının uzadığı an tüm sıra huzursuzca kıpırdanıyordu. Polis elini çabuk tutuyordu. Aralarına girmeye karar verdim. Sıram gelene kadar huzursuz kıpırdanma görevinde üzerime düşeni yaptım. Kafamda oluşacak malzeme listesini hayal etmeye çalıştım. Ne zaman biri üzerimi arasa kafamda malzemeler döner. Arama sertliğine göre, aslında içeriye sokabileceğim malzemeler. Her seferinde kendi kendime sırıtır, bu zayıf aramaya karşı içeriye sokmak istesem sokabileceğim malzemelerin listesini kafamda kurarım. İlk defa o liste boştu. Gerçek bir aramaydı. Silkelenmiştim. Çantamdaki gözlük kılıfı, çakmak ve bir yığın ıvır zıvır, hepsi kenarda bir yere atılıyordu. Şemsiyemi kaptırmamak için “Turistim ben” diye söyleniyordum. Bir süre sonra kendimi tamamen akışa bıraktım. Kale arkası tribününün merdivenlerini çıkarken hafif bir dayak yemiş gibi hissediyordum. Durup çevreme bakındım. Tahmin ettiğimden daha sakin görünüyordu ortalık. Biletçi kadın biraz abartmış olabilirdi…
Yarım saat kadar sonra megafonlu bir deli, parmağıyla beni gösteriyordu. Sahaya sırtını dönmüş, taraftarı karşısına almıştı. Bir varilin tepesindeydi. Öbek halinde birikip sınırlarını net bir şekilde belirleyen taraftar grubunun yaklaşık iki metre dışında kalmıştım ve bu beni hedef yapıyordu. Üç beyaz çizgili Adidas eşofmana sahip olsaydım o öbeğin içinde olurdum. Buna kendimi inandırmaya çalışıyordum. En azından bir kapüşon işimi görürdü. Ağzımı kıpırdatıyor, Sırpça tezahürata eşlik ediyor gibi yapıyordum. Orada yokmuş gibi davranmak işe yaramıyordu. Megafonlu delinin parmağının doğrultusundan kurtulmalıydım. Anlık bir cesaretle daldım öbeğin içine. Sınırı geçmek futbola veda etmek gibiydi…
Aralarında ofsaytın anlamını bilmeyenler olduğuna emindim. Sahada Sasa Ilic vardı ve sınırı geçmeden önce fark edebildiğim kadarıyla hâlâ o gösterişsiz ama skora ilerleyen futbolunu oynuyordu. Ilic’i tekrar izlemek hoşuma gitse de artık önemsizdi. Taraftar grubunun içindeydim ve yavaş yavaş grubun merkezine doğru ilerliyordum. Ses bombaları peşi sıra patlamaya başlamıştı, her patlamada suratım kasılıyordu. Meşalelerin kokusu geldi burnuma. Yoğun koku sarhoş ediciydi ve yine aynı hissin içine düşmüştüm. Tıpkı hastane bahçesinde Vicko’yu beklediğim o an gibi… Oradaydım işte! Kafamı kaldırıp stat ışıklarına baktım. Akşam olmak üzereydi, hava henüz kararmamıştı fakat tribün ışıkları yanıyordu. Hep üzerinde oturma isteği uyandırırlardı bende. Meşale dumanlarının arasındaki görüntüleri, onları oturmak için çekici kılıyordu. Dünya üzerinde kimsenin temas etmediği alternatif bir bölgeydi orası. Tamir ve bakımları dışında da ilgiyi hak ediyorlardı. Onların üzerinde gibiydim. Oradaydım! Karar verme denen eyleminin içini tamamıyla dolduran bir karardı burada olmak. Skor tabelasına kaydı gözüm. “Sasa Ilic” yazıyordu tabelada. Muhtemelen gene gösterişsiz bir golle skoru değiştirmişti Ilic. Bir patlama sesi daha duydum. Yüzüm kasılmıyordu artık. Elimde yanan bir meşale vardı. Kim ne ara tutuşturdu bilmiyordum. Havaya kaldırıp tek kelime bilmediğim bir dilde tezahürat yapmaya başladım. Sahaya doğru dönüp mesafeyi ölçtüm. Polisler tribünlerin hemen altında bekliyorlardı. Onların önlerinde görevleri sahaya atılan meşaleleri söndürmek olan bir ekip dolanıyordu. Meşale elimi ısıtmıştı. Yoğun duman genzimi yakıyordu. Megafonlu delinin başarısızlık karşısındaki tavrını bilmiyordum. Bunu sınamak gibi bir niyetim de yoktu. Var gücümle savurdum meşaleyi. Polislerden birinin yanından geçecek kadar bir mesafe kat etmişti. Bundan iyisi polisi vurabilmekti ki gördüğüm kadarıyla maç başından beri bunu yapabilen yoktu. Havaya sıçradım sevinçten. Ekip, söndürmek için meşalenin yanına gitti. Duman kapladı bir süreliğine ortalığı. Partizan bir gol daha atmış gibi görünüyordu. Tribünden kimsenin o golü gördüğünü sanmıyordum. Ben de görmemiştim. Futbolcular sahanın bir köşesinde seviniyorlardı. İlk yarı bitiş düdüğü de golle birlikte gelmişti. Tarafta grubu düdükle birlikte dağılmaya başladı.
İkinci yarı başlarken yanık genzim ve ağrıyan bacaklarımla öbekten uzaklaştım. Megafonlu deliye hedef olamayacak kadar uzak bir köşeye geçtim. Sasa Ilic arkasında bulunduğumuz kaleye yakın oynuyordu. Ara ara tribüne göz atıyordum. Megafonlu delinin yanına bayrak sallayan bir diğeri katılmıştı. Meşaleler tekrar yanmış, bayrak hiç durmadan sallanıyordu. Fotoğraflarını çekmek iyi olacaktı. Telefonumu çıkarıp seri halde fotoğraf çekmeye başladım. Stat ışıkları önemliydi, onların ekrana düşüp düşmediğini kontrol etmek için küçük telefon ekranına gömülmüştüm ki birden önümdeki ekran kayboldu. Kolum aşağıda duruyor, kolumu sertçe kavrayan bir Partizan taraftarı hayli yakın mesafeden yüzüme bakıyordu. Hemen dibinde daha kısa boylu olanı öfkeyle izliyordu. Öbeğe göz attım, tüm yüzler bana dönüktü. Kolumu tutan taraftar Sırpça bir şeyler söyledi. Hızla turist olduğumu söyledim. Herhangi bir cevap gecikmesi, sorgulanması gereken hareket olarak algılanabilirdi. Şu durumda sorguya açık her hareket suratımda patlayan bir yumruk anlamına gelecekti. İngilizceye döndü uzun olan. Fotoğrafları silmemi istiyordu. Polis olduğumu düşünüyordu. Polis değildim ama bunu nasıl kanıtlayabileceğimi bilmiyordum. İnsanlar genelde polis olduklarını iddia ederken kimlik gösterirlerdi. Polis değilim diye kimliğini gösteren birine daha önce tanık olmamıştım. Hızla bir yalan uydurmalıydım. Fotoğrafları silmek istemiyordum. Yumruk süresiyle yarışırken yalan uydurmak kolay değildi. Onlara Türkiye’den gelen bir spor yazarı olduğumu söyledim. Partizan Belgrad’ın eşsiz kale arkası tribününü kaleme alıyordum. Fotoğraflar makalem içindi. Kendi dergimi çıkarıyordum. Kısa bir sessizlik oldu, yalanımın bıraktığı etkiyi tartmaya çalışıyordum. Kısa boylu, uzun olandan alacağı bir onayla suratımı dağıtacakmış gibi bakıyordu. Henüz konuşmamıştı, buraya konuşmak için gelmediği belliydi. Uzun olan, durumu anladığını ama fotoğraflara onay veremeyeceklerini söyledi. Silmemekte diretiyordum. Fotoğrafları kaybetmek istemiyordum. Sadece dergi için olduklarını tekrarladım. Sırpçaya döndü birden uzun olan.
Tek kelime bilmediğiniz bir dilde kurulan cümleyi harfi harfine anladığınız anlar vardır.
Sırpçayı anladığım nadir anlardan biriydi. Karşımdaki adamın söylediği şeyin Türkçe karşılığı tam olarak “Ne laftan anlamaz insan çıktın amına kodumunun moronu!” şeklindeydi. Telefonumla birlikte diğer elimi de havaya kaldırarak muhtemelen her dilde teslim olmak anlamına gelen o hareketi yaptım. Telefon ekranını gösterip gözleri önünde fotoğrafları silmeye başladım. Hepsinin silindiğinden emin olduktan sonra kibarca teşekkür edip uzaklaştılar. Öbek sınırına doğru yaklaşırken taraftar grubuna bir sıkıntı olmadığını, zararsız olduğumu bildiren bir hareket yaptılar.
Bir süre huzursuzca dikildim ayakta. Skor tabelasına kaydı gözüm. Maçın bitmesine çok yoktu. Bacaklarımın ağrısı artmıştı, son bir atak izleyip stadı terk etmeye karar verdim. Partizan atağıydı. Ilic ceza sahası sağ çaprazından sol çatala muazzam bir plase çıkardı. Gösterişli bir gole imza atmıştı. Partizan’ın dördüncü golüydü. Net bir galibiyet…
Stadın dibinde bir taksi durdurdum. Yürüyerek geldiğim yol, gözümde büyümüştü. Arka koltuğa kurulup hostelin adını verdim. Telefonumu çıkarıp son silinenler klasörüne girdim. Partizan taraftarının bir telefondan fotoğraf silmeye dair öğrenmesi gereken çok şey vardı…