Serin Bir Yaz Akşamında
“Yine abartıyorsunuz,” dedi yaşlı öğretmen Mihail. “Bunu siz de biliyor olmalısınız, ama bir de benden dinleyin.” Pavel Pavloviç, kaşlarını kaldırıp merakla dinlemeye başladı. “Çay, hiç de övdüğünüz kadar güzel değil örneğin. Hele şekeri fazla kaçmış şu reçele değil şaheser, reçel bile denemez. Bugün burada benimle sohbet etmekse sizin için büyük bir şeref anlamına falan gelmiyor. Hatta yüzünüzdeki şu alaycı tebessüm deli ediyor beni.” Çayından bir yudum daha alan Pavel Pavloviç’in yüzüne tedirgin bir tebessüm yerleşti. Uzaklarda bir kuş şakımasaydı -bir gece bülbülü olmalıydı- belki de bir şeyler söyleyecekti, fakat derin bir nefes aldıktan sonra etrafı izlemeye devam etti. “Nasıl yapıyorsunuz bilmiyorum ama sadece yüzünüzü eğip bükerek her şeyi abartıyorsunuz,” dedi Mihail. “Konuşmadan yalan söylüyorsunuz. Riyakârca davranıyorsunuz, cenaze töreninde yaptığınız gibi.” Sözünü bitirir bitirmez ani bir hareketle ayaklarının ucunda hafifçe yükseldi, gövdesini hafifçe kaldırdı ve iki eliyle tutup sandalyesini masaya yaklaştırıverdi. Pavloviç’in yüzünü hiç görmediği kadar yakından görüyordu şimdi. “Ah benim şu düşüncesizce hareketlerim,” diye geçirdi içinden. “Oldu olacak, ağzının içine girseydin bari.” Bir iki kere öksürüp boğazını temizledikten sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Sahi o gün yaptıklarınız neydi öyle?” Pavloviç dudaklarını büküp gözlerini iri iri açtı. “Ah, bilmiyorsunuz elbette, farkında bile değilsiniz,” dedi Mihail. “Ama en azından merhume annemin hatırasına saygı göstermeliydiniz. Zaten hep o üzülmesin diye katlandım size bunca zaman. Ah, canım anneciğim…” Hüzünlü bir ifadeyle kafasını sağa sola salladı. Dolunayın ağaçların arkasından yükseldiğini de bu sırada fark etti. “Ne kadar da güzel,” dedi kendi kendisine. “Bunu da daha önce hiç görmemiştim.” Çayından bir yudum alıp yutkundu. Sesindeki hüzün bu yudumla silinip gitmişti sanki. “Öyle ki, ölen kişinin sizin anneniz olduğunu sanabilirdi insanlar. Hatta birkaç kişi akrabam olup olmadığınızı bile sordu. Hayır, dedim onlara, Tanrı korusun, sadece komşum o benim. Hem de işgüzar bir komşu…” Biraz soluklandıktan sonra arkasına yaslanıp cep saatine baktı Mihail. Fakat Pavloviç hiç oralı değildi. Diğer konuklar çoktan ayrıldığı halde oturmakta ısrar ediyordu. O sırada verandanın önünden geçen biri, Pavel Pavloviç’in kendisi hakkındaki övgüleri dinleyerek serin yaz akşamının tadını çıkardığını düşünebilirdi. Ev sahibi Mihail ise “Tefeci bir manav olduğunuzu da ekledim,” diye tamamladı yarım kalan sözünü. Gerçi Pavel Pavloviç’in kim olduğunu, ancak kasabada yaşamayan biri sorabilirdi. Ne de olsa, küçük sayılabilecek kasabada onu tanımayan yoktu. İyi bir manavdı. Nereden bulup getirdiği bilinmese de hep en iyi meyve sebzeler bulunurdu tezgâhında. Bu yüzden kadınlar onu çok sever, Pavloviç’in dükkânına girince kendilerini Aden bahçelerindeymiş gibi hissederlerdi. Ölmeden birkaç gün önce annesi bile “Genç kız olsam kocamın beni kuyumcuya değil Pavloviç’in dükkânına götürmesini isterdim. Altın küpeler, elmas broşlar yenilip içilmiyor,” diyerek gülmüştü. “Kıpkırmızı bir elma, hem de Pavel’den” veya “Pavloviç domatesi” sözü varlıklı ailelerin evinde gururla söylenirdi. Pavel Pavloviç adının, birçok yoksulun evinde başka şekillerde anıldığını annesi de biliyor olmalıydı. Fakat Mihail’in konuğuna duyduğu düşmanlığın kaynağı sadece bu değildi: Düpedüz yüzünden nefret ediyordu onun. Pavloviç’in yüzündeki her ifade, Mihail’in ruhunda farklı bir acı uyandırıyordu. Komşusu dudaklarını hafifçe büküp üzüldüğünde keskin bir öfke duyuyordu Mihail. Gözlerini açıp şaşırdığında acı bir huzursuzluk hissediyordu. Dudaklarının uçları yüzüne değecek kadar genişleyerek güldüğünde bir canavar görmüş gibi irkiliyordu. Fakat keçinin sevmediği ot burnunda biter derler ya… Yıllardır gördüğü anda yolunu değiştirdiği bu adam birkaç hafta önce kapı komşusu olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi, Mihail’in birkaç gün önce ölen annesi, yeni komşularını çaya davet etmeyi alışkanlık edinmişti. Emekliliğine yaklaşmış öğretmen oğlu, haftada birkaç akşam, iştahını kaçıran bu adamın elindeki meyve sepetlerini teşekkür ederek almak zorunda kalıyor ve süslü tabaklarında yine ona ikram ediyordu. “Her şey annemin hatırınaydı,” dedi Mihail. Biraz daha sakinleşmişti. “Nedendir bilmem, sizi pek severdi. Zavallı kadının gözleri iyi seçebilseydi o da sizin yüzünüzdeki ifadelerden iğrenirdi.” Verandanın önünde uzanan ormanda öten bir çekirgenin sesi yankılanıyordu. Hafif bir esinti ağaçları hafifçe titrettikten sonra ikisinin de tenini okşayarak geçiyor, yaprakların hışırtıları havanın yumuşaklığına eşlik ediyordu. “Gerçekten nasıl yapıyorsunuz Bay Pavel Pavloviç?” diye sordu Mihail. “Tüm samimiyetimle soruyorum. Sevindiğinizde sadece gözünüz ve dudaklarınız değil, âdeta burnunuz, kaşlarınız, kulaklarınız bile seviniyor. Annemin cenazesindeki gibi üzüldüğünüzde ise yüzünüzdeki tüm kaslar güçten düşüyor, yağlı saçlarınız parlaklığını kaybediyor. Saçınız sakalınız ağarmıyor gerçi ama sanki renkleri soluyor. O kanlı canlı suratınız bembeyaz kesiliyor. Gelin görün ki bunların gerçek olmadığını bir türlü göremiyor insanlar. Sanıyorlar ki siz gerçekten mutlusunuz veya gerçekten üzgünsünüz. Söyler misiniz, tüm bunları nasıl yapıyorsunuz?” Pavloviç bir süre düşündükten sonra gözlerini iri iri açıp kaşlarını kaldırdı. Sonra biraz daha… “Bakın işte bundan bahsediyorum,” diye devam etti Mihail içini kemiren bir huzursuzlukla. “Yüzünüze bu alık ifadeyi nasıl oluyor da böyle muntazam bir şekilde yerleştirebiliyorsunuz? Sadece sorduğum sorunun cevabını değil, yeryüzünde olup biten hiçbir şeyi bilmiyor gibi boş boş bakıyorsunuz. Yüzünüzle yaptığınız sahtekârlığın farkında olmasaydım, şu an adınızı dahi bilmediğinizi düşünürdüm.” Pavloviç’in yüzündeki anlam hafif bir tebessümle bölünüp yine eski haline büründü. “Öyle sanıyorum ki mahkemede ağır suçlarla itham edilseniz ve size bir savunma hakkı tanınsa, sadece yüzünüzü eğip bükerek verebilirsiniz cevabınızı,” derken sesi tekrar yükselmişti Mihail’in. “Hatta öylece oturarak beraat bile edebilirsiniz.”Mihail’in gözü misafirinin bardağında kalan son yuduma ilişti. Onu bitirdiğinde kalkması gerekecekti. Ama Mihail uğursuz konuğunun gitmesini istemiyordu artık. “Bu akşamı mahvettiğine değsin bari,” diye geçirdi içinden. “Sonra şeytan görsün yüzünü meymenetsizin.” İşe bakın ki tam o sırada çayını alıp tepesine dikiverdi Pavloviç. Mihail bu anı bekliyormuş gibi ayağa kalktı. Fakat konuğu tam da hazırlanmaya başlarken “Komşum Bay Pavel Pavloviç,” dedi. “Madem taziye ziyaretlerinin hengâmesinde aceleye gelen bu çayı çok beğendiniz, bir fincan daha içelim.” Pavel Pavloviç, komşusunun yüzüne bakınca bir canavar görmüş gibi irkileceğini biliyordu. Öyle de oldu. Kendi bardağındaki birkaç yudumu ayaküstü aceleyle içip semaveri kavradı. Çayları ağır ağır doldururken sesini biraz daha yumuşatması gerektiğini düşündü. Birkaç kere öksürdükten sonra “Ah, bağışlayın,” dedi iki sözcüğün arasına uzun sayılabilecek bir boşluk bırakarak. “Biraz önceki sözlerim için özür dilerim sizden.” Sesini ve tavrını kendisi de beğenmişti. Nefret ettiği komşusuyla değil, bir dostuyla konuştuğunu telkin ediyordu kendisine. “Doğruyu söylemek gerekirse… Biraz sinirlenmiş olabilirim. Ne de olsa ben bir öğretmenim. Küçücük çocukları kuru cümlelerle etkilemek öyle zor ki…” Pavloviç hak verdiğini ima eden bir şekilde kafasını sallamıştı. “Sizinki gibi bir yeteneğim olsaydı onların körpe dimağlarını şekillendirmek daha kolay olurdu. İyi yönde elbette… Dikkatinizi çekerim saygıdeğer komşum Bay Pavloviç, bir yetenekten bahsediyorum. Sizde bu yetenek fazlasıyla var. Hatta sizi bir yüz sanatçısı olarak değerlendirmek daha doğru olur. Manav tezgâhınızı bırakıp bir tiyatro kumpanyasına katılsaydınız şöhretiniz Moskova’ya dek ulaşırdı.” Pavloviç’in tebessüm eden burnunu, kaşlarını, kulaklarını görünce yine iğrendi komşusundan, fakat sözlerine kaldığı yerden ve aynı sevecen ifadeyle devam etti. “Bu yüz sanatçılığınızın sırlarını bana anlatmanızı diliyorum. Sizin bu yeteneğinizi kıskandığımı itiraf etmek zorundayım. Belki de bu kıskançlık nedeniyle size hakaret ettiğimi de kabul ediyorum. Aslında hiç istemezdim böyle kaba davranmayı. Çirkin sözlerimi unutmanızı rica ediyorum Bay Pavel Pavloviç. Kıskançlık duymaktan daha çok, gıpta ettiğimi söylemem gerek size, hatta buna hayranlık bile denebilir. Çayınızı yudumlarken tüm bunları nasıl yaptığınızı anlatırsanız bu akşamı benim için unutulmaz kılarsınız.” Pavloviç’in yüzündeki tüm anlamların bir anda silindiğini fark etmişti Mihail. Bomboş bir surattı şimdi karşısındaki. “İblis herif,” dedi içinden. “Ağzını açıp tek kelime etmediği yetmezmiş gibi beni delirtmek için tüm numaralarını kullanıyor.” Pavloviç, çayından bir yudum almakla yetindi. Ormanda öten çekirgeyi, biraz önce şakıyan kuşu, ağaçları tam kıvamında titreten esintinin kaynağını bulmaya çalışan bir ifadeyle gözlerini kısıp ormanı izlemeye başladı. Hatta kafasını hafifçe çevirdi ve yükselen dolunaya da baktı. “Evet Bay Pavloviç,” dedi Mihail. “Sizi dinliyorum.” Fakat komşusu, çok uzaklardan gelen bir havlamanın hangi köpeğe ait olabileceğine düşünüyor olmalıydı. “Bay Pavloviç, beni kırmayacağınızı umuyorum.” Başka bir kuş öttü bu kez uzaklardan, sonra birkaç kere daha… “En azından, ahir demlerinde annemin size duyduğu sevginin hatırına…” Bazı köylüleri tam da bu yüz ifadesiyle reddediyor olmalıydı Pavloviç. Borç isteyen bir köylünün, “Öyle bir baktı ki, isteyemedim. Israr edemedim. Oysa elli rublecik verse ona istediği faizle birkaç ay sonra geri öderdim,” dediğini dün gibi hatırlıyordu Mihail. Belli ki onun da isteği reddedilmişti. “Fakir bir köylü gibi hemen pes etmeyeceğim,” dedi içinden. Kendisinin ve iyi bir dinleyicinin fark edebileceği kadar yükselen bir ses tonuyla “Bay Pavloviç,” dedi. İncecik bir sabırsızlık zarı da eklemişti sesine. “Israr ediyorum.” Pavloviç’in yüzündeki anlam ne kadar boşsa Mihail’in yüzündeki anlam da o denli öfkeliydi artık. Kıpkırmızı kesilmişti. “İşte, yine o acayip ifade,” dedi. “Şu hakaretlerime, ısrarlarıma rağmen öfkelenmiyorsunuz bile. Konuşmuyorsanız, bari öfkelenin.” Yine kafasını salladı Pavloviç. Onaylıyor olmalıydı. “Ağzınızı açıp tek bir kelime olsun söyleyin,” diye bağırdı Mihail. Saygı uyandıran öğretmen gitmiş, yerine kaba saba bir mujik gelmişti. “Yüce İsa aşkına, tek bir kelime!” Konuğu, cevap olarak dudağının sol köşesini biraz eğdi, sol kaşını -nasıl yapıyorsa- hafifçe oynattı ve kafasını biraz kaldırdı. Mihail masaya öfkeyle vurup semaveri devirdi. Masanın diğer tarafına geçip komşusunun boğazına sarıldı. Sandalyesinden kaldırıp yere yatırdığı sırada “Hadi bakalım!” diye bağırıyordu Pavel Pavloviç’e. “Bakalım ruhsuz suratınızda nasıl bir ifade olacak biraz sonra?”
Verandaya sessizlik çöktüğünde bir esintinin önce serinliği hissedildi, sonra yapraklarda bıraktığı yumuşak hışırtısı duyuldu. Bir kuş şakıdı. “Bir gece bülbülü,” dedi Mihail. Gerçekten de güzel bir yaz akşamıydı. Yazın en güzel akşamı olabilirdi bu.