Sesyona, sessiz su perisi, tırmanırken ruhuna laikliğin dedim ve sonra duymak için laikliği, laikliği ve onun elegan olmazsa olmazlarını… İşte geldik yine eve,
o müthiş kargışçıl spleen’in yerine… Spleen’di, can sıkıntısı değildi, ne de Paris’te kasvet… Türkçesi yoktu bu kelimenin, kendisi de olmadığı gibi. TheraFlu Forte ya da lithuril 300 miligram lityum karbonat gibi bir şey değildi. Peki neydi? Ölümcül öldüren bir LSD gibiydi. Nasıl ki, ilk LSDyi aldığında sevecen, sevilmiş bir ırmak gibi geriye çekersem kendimi, işte tıpkı öyle, yaşamı arttıran, güzelleştiren, yontan nenlerin aşırı zerafetinde yok olmak ve kaybetmek gibi kendini, annemin dizlerine uzanıp “Anneciğim, anneciğim affedin beni” diye ağlamaklı olup bir yandan da bütün zevklerinin içine işeyip mide bulantılarıyla, iştah kısılmalarıyla, baş ağrılarıyla, hüzünlü bir yolda beş santim on santim geri çekilmek gibi bir yola dönmek… Nasıl ki bir arkadaşımın fotoğrafına baktığım anda diyorsam “Kötü kokulu bir şey bulmuş” gibi, aynı fotoğrafa bakıp benim de göksel ikizimi buluşum ve çok, çok ama çok ferahlayışım gibi yani fotoğrafla elimde azar azar soluma daha da soluma ve daha da soluma ilerleyişim gibi… İşte tam da soluma döndüğüm anda Tevfik Fikret’in yani Aşiyan’daki kâhinimizin melankolik dünyasıyla karşılaştığımda “Bravo” der gibi yüzümdeki kedi maskesini geri çekişim… İşte o gün geldiğinde ben artık olmayacağım. Karnımı sıkıştıran, iç burkan, ölümcül ızdırabında gözlerimin boğulmuş gibi, suda boğulmuş gibi iç yaşartan kanlılığında yani, Ya Rabbi, bu senin bizde affedemediğin, sanki senin eksikliğinden doğan, seni anmadığımız ve şükretmediğimiz için doğan, sana rağmen doğan, sana karşıt doğan, sanki seninle alay etmek için doğan, Aman Ya Rabbi ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum. Öl..