Filesini alıp, şapkasını başına, ceketini sırtına geçirip İsmet Öztürk Bey, çıktı evinden yapmak için haftalık alışverişini. Kendileri defterdarlıkta memur, belki de müdür. Kim bilir? Beşinci derecenin (Fahrenheit) ikinci kademesinden. Göstergesi 900, katsayısı 14, ek göstergesi 300, yan ödemesi 150, ev kirası 3000, kapıcı parası 250, elektrik ve su dahil… Çok öz bir Türk, başka bir deyimle Göktürk ve Hiongnu olan İsmet Bey, kirlenmiş ve kayışlaşıp yağlı bir ilmeğe dönüşen boyun bağını takmadı o gün ekonomik darboğazına, günlerden cumartesi, haftalardan ayın ikinci haftası ve aylardan bahar olması nedeniyle. Böylece yaka bağır açık çıktı yola, kahramanca. Neden kahramanca? Çünkü biz kahraman bir ulusun çocuklarıyız. Bir Türk dünyaya bedeldir ve bu doğaldır. Korkunçtur dünya. Atom bombaları, nötron bombaları, uydular, sinir bombaları, sinir bozan bombalar, çok başlıklı kıtalar arası ve uluslararası bombalar, çok uluslu şirket-i hayriyeler, hava ve su kirlenmesi, kıtlık ve yoksulluk, zenginlik ve oburluk, açgözlülük, sömürgenlik, soygunculuk, pislik, arsızlık, utanmazlık ve yüzsüzlük, dolmuşlar, TIR kamyonları ile doludur dünya. Ve böyle dünyaya çıkmak için paça sıkar biraz ve işkembe (Şirden tarafından ve kendi yağından…). İsmet Öztürk gibi öteki Türkler de, işte böyle her gün evlerinden, apartmanlarından, gecekondularından, mağaralarından ve Ergenekon’dan çıkıp dünyaya yayılırlar. İşlerine, güçlerine giderler ya da piyasaya çıkarlar akşamüstü Kordon’da ya da Bulvar’da. Buna kimi çevrelerce dünyaya açılma da denir. Hep içlerine kapanıp oturacak değiller ya…
Çıktı evinden İsmet Öztürk, ayaklarının ucuna basarak ve çöptenekesi içinde bomba, patlayıcı madde, spray-deodorant ya da Shelltox olup olmadığına iyice bir denetimden geçirdikten sonra. Kara güneş gözlüklerini taktı ayrıca, kimse tanımasın diye. Tanınmış bir kimse değildi ama olsun. Ne olur ne olmaz, başkasına benzetebilirlerdi onu. Seken ve yansıyan kurşunlardan biri ona gelirse, kim vurduya gidip Niyazi ya da Tanju olabilirdi. Çok kişinin başına gelmişti bu durum. Gerekli önlemleri almıştı o da. Eminönü’nde son çektiği niyetinde hiç de öyle bir niyeti yoktu onun.
Hava çok güzeldi dışarda. Gökyüzü masmaviydi, bir fantom ya da F-104 uçağının bıraktığı ak iz dışında. Ağaçların yaprakları, otlar daha bir parlaktı gece yağan yağmurda yıkandıktan sonra. Çiçekler renk renk donatıyordu komşuların balkonlarını. Sardunyalar, begonyalar, sarmaşıklar, karanfiller… derin bir soluk aldı İsmet. Karpuz kesilince çıkan kokuya benzeyen bir koku vardı ortalıkta. Güçlüydü bahar. Su yürüyordu her yere. Yalnızlığına üzüldü birden. Bir sevgilisi olsaydı hiç olmazsa, bu havada. Takıp koluna götürseydi onu, parklara, Boğaziçine ya da yurtdışına. Para ve güvence isterdi böyle şeyler. Eziklik duygusundan kurtulmalıydı önce. Niye korkuyordu o kadar? Gereği var mıydı bu kadar önlem almanın? Doğa barış istiyordu, insanlar barış istiyordu, gecekondularda oturanlar, dayanıklı ve dirençli halkımız, tüm toplum barış istiyordu gerçekte. Öyleyse neye gelmesindi barış? Böyle şeyler düşündü İsmet Bey, kapıdan çıkıp, sokakta ilk adımlarını atmadan ve emeklemeye başlamadan önce.
Sokağa çıkınca buldu kendini çatışan iki topluluğun ortasında. Bunlar önce saldırdılar birbirlerine zincirler, sopalar kullanarak. Ardından çıktı ortaya uzun namlulu silahlar, makineli ve vizörlü tabancalar, otomatik ve yarı otomatik ateşli ve öldürücü araçlar, saldırı bombaları roketatarlar… Takır takır kurşun sıkmaya başladı çatışanlar birbirlerine. Yoldan geçmekte olan bir kız çocuğu ile evinin penceresinden olan bitenleri gözlemekte olan bir kadın hemen olay yerinde yaralanıp öldüler. Birkaç polis belirdi uzaktan. Bir şey yapamadan baktılar olaya… Böyledir geleneklerimiz, biri bir şey yaparken, başına dikilir gözleriz hep!
Oysa rahat bırak adamı! Değil mi ya… Bunalımlı, olaylı ve kurşunlu ortamı görünce İsmet Bey, bağırdı birden sinirlenerek ve sinirlerine egemen olamayarak. (Oysa sus be adam! Niye konuşuyorsun her gün? Sus biraz…) Neyse. Bağırdı bütün gücü ve kızgınlığıyla, dağ taş, karşıki apartmanlar ve odalar inledi (Leyla… Leylaa…):
“Ulan… Ne oluyor burada? Rahat yok mu be? Dinini imanını… Soluk alamayacak mıyız? Hep birbirinizi yiyiyorsunuz… İnsanlık kalmadı mı sizde hiç?..” İsmet Bey’in bu bağırtısından şeytan geçer gibi oldu ve sessizlik bürüdü ortalığı, çatışan fraksiyonlar “ateş kes” görüşmelerine başladılar Birleşmiş Milletler denetiminde özel temsilci gözetiminde. Ancak bu özel temsilci çoğu kez olduğu gibi Rumları ve Mönchengladbach’ı tutuyordu. Bu nedenle toplu sözleşme görüşmeleri çıkmaza girdi, işçiler grev, işverenler lokavt, Amerikalılar da ambargo ilân ettiler. Bakanlar Kurulu da bunları erteledi 60 gün, bir kararnameyle. Kısa sürede oldu bütün bu işler. Kişioğlu’nun yaşamında birkaç yıl nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. İşte böyle oldu ve hemen ardından yeniden birbirlerine girdiler komandolar, ülkücüler, büyük ülkücüler, küçük ülkücüler, akıncılar, THKO, THKP-C, Çayanistler, Maoistler, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Bilmemnesi, Kawa, Bader-Meinhoff, Brigada Rossa, IRA, ETA ve başkaları.
Derin bir soluk alıp “Yeter artık. Size gösteririm sonra ha…” diye bağırdı İsmet Öztürk yeniden. Düş kırıklığına uğramıştı bir yandan. “Size gösteririm…”
“Ne gösterirsin? Göster de görelim bakalım.” dedi çatışanlardan biri, tabancasını beline sokup “Gösteririm size Hanyayı ve Konyayı…” diye bağırdı İsmet Bey yeniden. Gençler birbirine bakıp “Önce bu yaşlı ve beyni örümcekli kişileri temizlemek gerek…” diye konuştular. İsmet Bey korktu birden. Ama yiğitliğe toz kondurmamak için “Sizi sinek gibi ezerim.” dedi cızırtılı bir sesle. Sağa sola bakıp nereye kaçabileceğini düşündü ivedilikle. Kaçacak delik de yoktu pek.
Gençlerden biri “Baş düşmanımız bu bizim. Burjuva devletinin bir memuru…” diye bağırdı otomatik tabancasının namlusunu çevirip. Başka biri “Faşolara ölüm…” diye inledi. Bir başkası “Kahrolsun komünistler…Allah Allah!..” diye saldırıya geçti. Baktı ki pabuç pahalı, başladı kaçmaya İsmet Bey elinde filesi, zikzaklar çizerek, yerlere yuvarlanıp ayağa kalkarak, duvarları kendine siper ederek, ara sokaklara, evlerin bahçelerine girerek… Ardından kurşun yağdırdılarsa da tutturamadılar nedense… Koşa koşa Esentepe, Şentepe, Aktepe, Boktepe, Gültepe mahallelerini geçip geldi sürekli müşterisi olduğu ve her gün öğleyin işten çıktığında daire arkadaşlarıyla tavla oynadığı kahvehaneye.
“Kurtarın beni arkadaşlar…” diye bağırdı kahveye girince. Yığıldı bir iskemleye. Herkes kafasını tavladan ya da piştiden kaldırıp baktı ona, ne oluyor gibilerinden. Anlattı başına gelenleri. Bir bardak soğuk suyla, bir orta kahve verdiler kendine gelsin diye. Ama onun ötesinde aldırmadılar pek.
“Hükümeti arıyorum.” dedi İsmet Bey.
Masada oturan şişmanca, ensesi kalın, göbekli bir kişi, son derece ciddi: “Hükümet benim…” dedi.
“Hössst…” diye yanıtladı İsmet Bey. “Ne işi var Hükümetin burada?”
“Hükümet benim.” dedi adam. “Ben buraların Hükümetiyim.”
Şöyle bir baktı. Yorgun bir görüntüsü vardı Hükümetin. Gözlerinin altı çökmüş, yanakları sarkmış, derisi sararmış, saçları seyrelmişti. “Hükümet buysa hapı yuttuk.” diye geçirdi içinden.
“Sizi aramızda görmekten büyük bir mutluluk duyuyoruz.” dedi İsmet Bey, kahvesini höpürdetirken ve kuşkulu kuşkulu adamın yüzüne bakarken.
“Sağ olun.” dedi Hükümet. “Biz halkçı bir Hükümet olarak, halkın içindeki yerimizi almış bulunuyoruz ve halkın sorunlarına halkla birlikte çözüm arıyoruz. Doğal olarak bu çözümü halk kendi kendine bulacaktır.”
“Bu çabalarınızı kıvançla karşılıyoruz.” dedi İsmet Bey. “Biz de Hükümet olasınız diye size oy vermiştik. Hükümetin siz olduğunuzu bilmiyorduk doğrusu.”
“Daha çok şeyler bilmiyorsunuz.” dedi Hükümet. Üzgün üzgün başını salladı: “Nasıl zorluklarla karşı karşıya kaldığımızı bilseniz. Güçlükleri yenerek esenliğe kavuşacağımızı umuyoruz halkın katkısıyla.”
“Bizim halkımız katkısını hiç esirgemez.”
“Anlaşıldı.” dedi Hükümet Bey. “Sıkıntınız nedir? Birini bir işe mi yerleştirmek istiyorsunuz? Yoksa atanmak istediğiniz bir yer mi var?”
“Hayır… Hayır bunların hiçbiri değil?”
Bezgin bezgin baktı Hükümet, İsmet Öztürk’ün yüzüne. “İsteklerinizi bir dilekçe biçiminde dile getirin. Buradayken bana verin… Yoksa bir daha göremezsiniz beni…”
İsmet Öztürk Bey anlatmaya başladı. Alt tarafı çarşıya çıkacak, alış veriş yapacak sonra eve gelip orta büyüklükteki iki baş soğanı küçük küçük doğradıktan sonra bir çorba kaşığı margarin yağıyla bir kuşaneye atıp sararıncaya kadar kavurup, üzerine 250 gram kadar kıyma ekleyip birlikte karıştırıp, üzerlerine iki tane olgun domatesi, kabuklarını soyarak koyup, domateslerin önce sularını çekmesini bekleyip, bunları bir tarafa bırakıp bir kilo kadar patlıcanı alaca biçimde soyup küçük halkalar biçiminde kesip tuzlu suda yarım saat bir yana bırakıp, sıkıp sularını çıkardıktan sonra hafifçe kızarıncaya kadar tavada, kızgın yağda pişirip üzerlerine önce kıymayı yayıp az ateşte yarım saat kadar tıkırdatacaktı. Böylece akşam yemeğini hazırlamış olacaktı bu dayanılmaz pahalılıkta. Gelin görün ki rahat bırakmıyorlardı onu saldırganlar, eylemciler.
“Siz hükümet olarak Hükümet Bey, bu anarşiyi ve saldırıları ortadan kaldıracaktınız hani. Asayiş en önemli bir sorundur ülkede.” dedi İsmet Bey ve belki de paşa…
Uzun yemek tanımından uyuklamaya başlayan Hükümet, gözlerini araladı bu soru üzerine, sonra canlanıp şunları anlattı: “Biz çok güç koşullar içinde hükümet olduk. Artık Anarşiyi de durdurma ve söndürme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Okullarda, yurtlarda anarşi kalmadı. Sokaklardaki anarşi ise bireysel eylemlerden öteye geçmiyor.”
“Bugün nerdeyse öldüreceklerdi beni, sayın Hükümet!” “Olabilir bu gibi olaylar. Güveniniz sarsılmasın. Gece gündüz çalışıp bu ülkenin sorunlarına halkımızla birlikte çözüm bulmaya çalışıyoruz. Polisimizi çağdaş araç ve gereçlerle donatmaya çalışıyoruz. Bunlar zaman alıyor. Yapılabilecek başka bir şey yok. Elimizden gelen çabayı gösteriyoruz. Olayların sanıkları geçen döneme göre daha çok yakalanıyor. Artık anarşiyi yok etmek ve barışa ulaşmak aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu olasılıktan umudunuzu kesmeyin.”
“Bizim güvenliğimizi sağlayın!”
“Halkın güvenliğini sağlamaya uğraşıyoruz, halkın katkısıyla…”
“Kendimi kurtarmak için kurtarılmış bölgelerden birine gitmem gerekecek belki de!” dedi İsmet Bey.
“Hükümet olmamızı içine sindiremeyen birtakım çevreler eylem ve olaylardan seviniyorlar!”
“Biz hiç sevinmiyoruz ve olayların içindeyiz.”
Böyle konuşurlarken bir Anadol araba geldi kahvehanenin önüne. İçinde oturan kara suratlı bıyıklı birtakım adamlar uzattılar otomatik silahlarının namlularını, taradılar ortalığı güzelce. Sonra gazlayıp gittiler. Camlar çerçeveler indi aşağı. Kendini attı yere İsmet Bey, deneyli bir kişi olarak. Devrildi sayın Hükümet, onun üzerine boynunda, göğsünde ve kasığında birer kurşunla. Kanlar fışkırdı ortalığa. İsmet Bey hemen koştu ve bir taksi çevirip içine attı yaralıyı.
Hastaneye giderken, kan kaybından kurtarılamayarak öldü Hükümet!…