Kimse derdini anlatamıyor. Bu anlayışsızlık karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Öğleden sonra 14.00-16.00 arasında uyumak istiyorum. Yavaşlıyorum ve gevşiyorum. Şişman bir kıza bakıyorum sürekli. Bakmak yetmiyor. Destek gerekiyor. Bu da gevşetiyor ve gerginliği gideriyor. Ben de bu yeni öykü ve ulaştırım sisteminin içine giriyorum. Kendimi uyku modu dışına çıkarmak istiyorum. Oturduğum yerde yavaşça gevşiyor, uyukluyorum. Sıkılıyorum. Başka bir surette uykuya yeniden yatmak istiyorum. Bu arada çevremde insanlar birbirleriyle kavga ediyorlar. Yokuşlar inip yokuşlar tırmanıyorlar. Bu noktada uyku ve ayılma gibi sorunları bir yana bırakıp denize dalıyorum. Deniz fenerleri üzerinde uçuyorum. Birdenbire donanma Haliç’ten denize açılarak sefere çıkıyor. Beşiktaş önlerine geliyor. Böylece Beşiktaş da düzene giriyor. Sarayburnu’ndaki yalı köşkünde toplar atılıyor. Yeniçeriler teknelerdeki yerlerini alıyor. Gemiler boğazdan çıkarken Gelibolu’da peksimetlerini alıyorlar. Bu peksimetleri sefer boyunca yiyecekler. Peksimet fırınları Çanakkale ve Gelibolu’da her yeri kuşatmış durumda. Aklıma Türklerin karşılaştığı ilk tekneler, kürek tekneleri geliyor. Bunlar hafif gemilerdi. Bir yandan da yelkenle devinirlerdi. Türkler bunlara çektirme gemisi adını verdiler. Kadırgalar, baştardalar, kalyonlar, maunalar, üçken yelkenliler, kayıklar, sandallar, kırlangıçlar, karamürseller, firkateler, berkendeler, ayna kıçlılar, karpuz kıçlar, gökeler… Her biriyle denize açılmak istiyorum. Türklerin Akdeniz’e çıktığı zaman konuştukları sözcükler arasında en önemlisi pişkeşti. Pişkeş padişaha getirilen ve sunulan armağanlara denilirdi. Bu armağanlar ne kadar değerliyse padişah o kadar memnun olurdu. Sarayburnu önündeki törende padişah huzuruna çağırılan derya kaptanları da aldıkları emirlere göre kürkler, samurlar, kıymetli giysilerle donatılırlardı. İkinci önemli sözcük ise portakaldı. Portekizlilere takılan ad portakaldı.
Şimdi portakal sulu bir kahvaltı yapmak için bekliyorum. Sonra da denize gireceğim. Deniz serin. Bu serinlik insanı canlandırıyor. Arka arkaya dalıp çıkıyorum. Kıyıda bir kahve var, bayanlar da orada istirihat ediyor. Hayatı toparlayarak iyi bir biçimde yaşama hali… Bu hale ulaşmak istiyorum. Aksak Timur olacak değilim. Gerçek. Hep aynı şeyi yazıyorum. Öyle mi oldu? Gerçekleri ileride öğreneceğiz. Belki de hiç öğrenemeyeceğiz. Önümde bir karpuz duruyor. Bakışıyoruz. Karpuz gerçekliği peşimde. Kırmızı üzerine siyah çekirdekleri ile bir bütünlük sergiliyor. Unutturuyor her şeyi ve ölümleri.
Gerçek. Kendimi unutuyorum. Unutmak istiyorum. Kendimi başka yerlere koymak istiyorum. Düşlerimi ve duygularımı dağıtıyorum. Geri kalanını unuttuğum zaman da onların yerinde bir şey kalmıyor. Belki sadece boşluk kalıyor. Demek güçlü bir duygulama noktasına varıyoruz. Bu arada alanlarda gelişkin uçaklar kanatlanmış, meçhul yerlere gidiyor. Onlar da yokluğa çarpıyorlar. Oysa ben havuzda yıkanmak istiyorum. Sonra uçakları değil de uçar suyu anımsıyorum. Uçar su dağlarda. Dağların yüce kıyılarında, köşelerde, hemen her yerde uçar su uçuşuyor. Uçar suyun dalgaları arasında kara çadırlı göçerler önümüzden geçiyor. Zavallı Kenthaouros’u orada görüyorum. Pırıl pırıl. At yarışlarına gidiyorum. Kenthaouros beni orada gördü. Görkemli bir at. Hızlı bir kısrak. Ona bakıyorum ve titriyorum. At yarışlarına gittiğim Teselya dağlarından atlar topluyorum. Atlar yarışa hazır. Yarı insan yarı at… Geleceğe ve Zeus’a bakıyorum. Altılı ganyan oynuyorum. Denizkızı ve Leyla. At yalnız Teselya dağlarında yarı insan yarı hayvan. At yarışlarına gittim. Atı orada gördüm. Pırıl. Bir yerden kişniyor. Ata bakıyorum ve tırısa kalkıyorum. Atı bitiriyoruz ve yarışı ele alıyoruz kısrak. Zeus’un yaratığı büyük aygır. At yalnız Teselya dağlarında yarı insan ve yarı at.
Unutmak kolay değil
Akıtmalı yeleleri
Atı orada gördüm
O da beni gördü
Acıdım bir ata
At pırıl pırıl ve yarışa hazır
İşte bu kadar…