Bastonunu kafama indirdi, evet resmen indirdi, ama allahtan başım yok, yani var da zahiri alandan sızan bir görüntü olsa olsa. Evet, bir hayaletim ben, Orhan Duru’nun kıyak otelinde yaşayıp ona musallat olanlardan hani. Elinde bastonu, geceleri sık sık çişe kalkan, yaşlı, zayıf bir adama niye mi musallat oldum? Bir kere otelin adı kıyak kendi kıyak, romanının adı az kendi az; ondan ve yardımcısı Burak Fidan’dan yazma dersleri alıyorum. Biliyorum şimdilerde yazı atölyeleri pek moda, girenler yazar olaraktan çıkıyorlar hep oradan. Ama ben dili, yazıyı seyrelten bu hikayeye, az pilav gibi azaldıkça yoğunlaşıp bereketlenen az romana vuruldum. Bu hikayenin içine de işte böyle bir hayalet olarak dahil oldum. Az Roman, bir ömrü öyküye, denemeye, çeviriye, uyarlamaya adayan bir yazardan ömrünün sonunda bizim için yazılmış bir ilk roman, bir son kıyak.
Orhan Duru, bir gece yarısı kendini ‘kıyak bir otel’e kaçırılmış olarak bulur. Yanında yardımcısı Burak Fidan vardır. Kıyak otelde başına gelenler de, aklına gelenler de romana dönüşecektir, az romana. Hayaletler cirit atar kıyak otelin odalarında. Orhan Duru da, Burak Fidan da pek dışarıya çıkmazlar, dışarıya çıkmayı sevmezler zira. Hayaletlerle birlikte, kah sonsuzluğun kah boşluğun içinde, kah eşyaları kaybedip bularak, kah sözcüklerin ve dilin çağrışımlarından bir dünya kurup sonra da onu bozarak odaların içinde dolanıp dururlar. Bir insan olarak yazar’ı düşünür Orhan Duru, insan mıdır, kahraman mıdır, biçare midir, dilin hükümdarı mıdır, sorar. Yanıtları soruları kadar uçucu ve muğlak ve bir de kesinlikle matrak. “Kimim ben? Yatakta yatan, uyumakta olan ve kısa bir süre sonra uyanacak olan, tuvalete gidip yüzünü yıkayacak, tıraşını olacak bir kişi.(…) Yatıyorum ve kafamın içerisindeki sözcükleri yansıtıyorum. Bunlar yerleştirme, konuşlandırma, karıştırma, sonuçlama, bandırma ve bandırma vapuru gibi çağrışımlar getiriyor kafama. Başka bir şey yok. Mantık oyunları, yazım incelikleri yok olup gidiyor. Ölçülü uyaklı, kimi zaman sözcüklerle oynayarak bir düzyazı örneği veriyor bu insan yavrusu. Yani ben.”
Dil yapılır, bozulur, ruhuna kahkahalar atılır, sonra oturup arkasından ağlanır belki. Ama hep vardır ve oradadır işte. Esas gülünç ve dramatik olan, gündelik hayatın içine işlemesidir, yazarın onu gündelik hayatın içine atması, ya da oradan çıkarması, işte bu, mücadeledir. Büyütmeden küçültmek; çoğalıp her şeye egemen olmadan azaltmak, bu ise meselenin ta kendisidir… “Az Roman yazmak az buz bir şey değildir. Az Roman yazmak yazboz tahtası da değildir. Az Roman yazmak edebiyatı yoğunlaştırmak demektir. Ama ne yazık ki Kuzey Irak’ta savaş acımasız bir biçimde sürüyor ve El Ambar eyaletinde cesetlerden geçilmiyor.”
Serbest çağrışımlı bir sayıklama mı Az Roman? Öyle belki, hatta neden olmasın. Orhan Duru, kurguyla, kahramanlıkla, roman atmosferiyle ve dille Donkişotvari didişmelerini mi yazmıştır? Evet ama, sadece o kadar değil, o kadar değil diye inler benim hayaletim. Sivri dil, topluma da, kültüre de, ulusa ve devlete de elbet uzanır. Duru, bunu az pilav tarzında illa ki yapmış, yapmaktadır.
Bir de son meselesi var tabii, söz konusu roman olunca… Tamamlanmış olması, bitmiş olduğu anlamına da gelmez tabii, yoksa niye benim gibi hayaletler cirit atsın ortada? Dil diye, direniş diye, kurgunun ve kahramanların peşinde koşulsun? Hayaletimi sorularıyla beraber kıyak otelde bırakıp Az Roman’ın sonu mevzuunu Burak Fidan’a iletmek isterim burada: “Az Roman, yazarı tarafından tamamlanmış bir roman mı? Bu sorunun yanıtını Orhan Duru’nun zengin düş gücünde aramak gerekiyor. Düşünün ki bir adam, gerçekliğin de, düşlerin de üzerine sıçrayarak, yarattığı roman kahramanına, bana, ölümünden sonra romanının kaderini bıraksın. Böylece kendi yarattığı roman kahramanı yapıtını tamamlasın. Prodikos’un “Hastalıkla sağlık, ölümle yaşam arasında bir fark yoktur.” dediği gibi, Az Roman’la yaşam arasında bir fark yoktur. Bu yüzden romanın kurgusu yazar tarafından tamamlanmamış olsa bile yazarın yaşamı tarafından tamamlanmıştır.”