İnsanları bir araya getiren ve öyle kalmalarını sağlayan yüzlerce itki vardır. Bazen sevgi, bazense karşılıklı çıkar beklentisi bu buluşmanın temelinde yatar. Kadri Maraz ile Veli Ventura’yı (VV) bir arada tutan şey ise bambaşka: Cehaletin ve lümpenliğin saygın rezaletine, basit kirli kültürüne karşı, sıradışılığın lanetlenmişliğiyle bastırılan intikam alma içgüdüsü. İşte bu içgüdü bitmek bilmez bir biçimde artan ve her seferinde daha da tutkulu hale gelen bir öfkenin yetişmesine önayak oluyor. Ahmet İnce’nin ilk romanı olan “Yücelme”, bu öfkenin kurgulandığı çarpıcı bir eser. Yazar, kapitalist sömürü sistemini, harekete geçirici söylemleriyle, etkileyici bir kurgunun içinde sorguluyor.
Kadri Maraz iç sesi VV ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “Bana ne iş yaptığımı soruyor. ‘Kölelik’ diyorum. Günün on iki saatini, bir adamın emir ve istekleri doğrultusunda onun koyduğu nizamlara göre yaşıyorum. Sekiz saatini uykuda, iki saatini yolda geçirirsem, kalan iki saatliğine birey oluyorum.” Ahmet İnce eserinde, kapitalist sistemin yarattığı işsizlik, adil olmayan çalışma düzeni, işçi haklarına yönelik saldırılar ve ezilen kitlelerin yaşadığı psikotravmalara değinirken, bu baskı düzeninin birey üzerindeki yansımalarından bir kurgu oluşturuyor. Sömürü şebekeleri olarak adlandırdığı güç sahiplerinin, bireyleri hayali mutluluklara hapsederek metalaştırdıkları bu düzen başkaldırıyı gerektiriyor. Ventura’nın ifadesiyle kölelik, bizleri umut şantajıyla rehin alıyor ve hayatımızın her anını, umutların kandırmacasıyla başkalarının emrinde ipotek ediyoruz. Zincirlerinden kurtulmayı umut ederek yaşayan bir köle, görüp göremeyeceği bile kesin olmayan o günü bekler durur. Halbuki yücelmek, adına kader denen şeye müdahalede bulunmak ve bedenini kanatmak pahasına zinciri söküp atmayı gerektiriyor.
VV’nin, hepimizin bir biçimde mağduriyetlerini kaşıyan bir saptaması var: “Hayat, ellerine yetki verilmiş birtakım insanların, senin geleceğin üzerine inisiyatif kullanmasıyla şekilleniyor.” Zira verilmiş kararları uygulayarak, toplumun yarattığı kuralların izinden giderek ve başkalarının üzerimize yükledikleri rolleri giyinerek hayatlarımızın ancak yarısını belki de daha azını kendimiz için ve kendimiz olarak yaşıyoruz. Birey olma bilincinin dört koldan engellendiği ve özgürlük alanı oluşturmanın adeta yasaklandığı bir düzenin içinde eridiğimizi hissetmiyor muyuz çoğu zaman? Kişinin kendi kararlarını alması ve eylemlerinde özünden yola çıkması bazen bencillik, bazense düzen bozuculuk olarak etiketlenerek birey olmak adeta lanetleniyor. Kişi kendiliğini eline alıp kader olarak öğretilen örgüye müdahale etmeye kalkıştığında geniş kitlelerin hipnotik etkiden uyanmasını ve ayrı ayrı seslerin bir bütün olarak güçlenmesini sağlayacak, bu ise karanlıkta avlananların çıkarlarıyla çatışacaktır. Bu nedenledir ki sömürü düzeninin faydacıları aydınlanmayı asla istemezler. İnsanların zihinlerindeki ayıklık hali bu faydacı kesimi rahatsız ettiğinden mutad karanlığın süregitmesi için birçok silah oluştururlar. Televizyon programları, reklamlar, büyük tabelalar, mekânı okumayı güçleştiren ve zihinsel karmaşayı besleyen her düzenek onların birer aracıdır. Markalar, isimler ve görüntülerden oluşan binlerce uyaranla bireyi zihinsel bir işkenceye tabi tutar, sağlıklı düşünmesinin ve özünü keşfetmesinin önüne geçerler. Diğer yandan toplumun genlerine kodladıkları aşkın inançlar ve alan korumacı ideolojilerle kişinin karanlık kitleden kopmasını engellerler.
Aydınlanma yönünde atılım gösterdiğini fark ettikleri an fikir evriminden vazgeçmesini, aydınlık altında gördüklerinden bahsetmemesini ve susmadığı takdirde ise imhasını sağlarlar.
Hak arayışı imgede beslenen ve sözde takdir edilen ancak fantezide kalması koşuluyla kabul gören bir eylemdir. Kişi fiili anlamda hakkını aramaya yönlendiğinde sömürü sisteminin gece avcıları toplu olarak o yöne döner ve bireyin bu atağını bastırmak için tüm silahlarını devreye sokarlar. Zira gece avcıları çirkinliklerini ve sömürü düzenlerini görünür kılan ışıktan nefret eder; karanlığın içinde yaşamaya mahkûm ettikleri insanların tüm yetilerini çıkarları doğrultusunda eğerek, obez midelerini doyururlar. Tek başlarına edemeyecekleri mücadelenin yükünü ise insanlar arasına ektikleri kini, yarattıkları hayali düşmanları ve çıkarlarını beslemeye adanmış kutsallarını kullanarak, yönettikleri karanlık tutkunu ordularına yüklerler.
Ahmet İnce, eserinde, sömürünün kıskacında değersizleştirilen ve toplum nezdinde kabul görmeyen bir genç bireyin, dışlanma ve kayıp duygularıyla başa çıkmak için yöneldiği sıra dışı adalet mücadelesini konu alıyor. Sosyal Darwinizmin hüküm sürdüğü toplumsal sınıfların bir çatışması aslında, kahramanın içinde bulunduğu mücadele düşüncesi. Toplumsal katmanların en altına hapsedilen bireylerin mücadele ruhuyla dirilmesi ve kader adı altında kabul görmesi beklenen mağduriyetin, savaşla tersine çevrilebileceği mesajını veriyor “Yücelme” bizlere. Kahramanın ve ona yücelmenin yöntemini gösteren iç sesin çizdiği öfke-öç yolu, sınıf mücadelesinde hep altta kalan kesimin iradeye hâkim hale gelişine değişmeceli bir yaklaşım sunuyor. Kahramanın yücelme planında, çıkar ilişkileriyle beslenip sömürü düzeninin neferi haline gelen “üst sınıf”, adaletsizliği ve acımasızlığıyla yüzleşmek zorunda bırakılıyor. İktidar sahibinin yüzüne düz ayna tutarak, gerçek görüntüsüyle tanışmasını sağlayan Kadri Maraz, öfkenin ölçüsüz biçimde dışa vurulduğu eylemlere başvurarak toplumun atığı haline getirilen mevcudiyetine anlam katıyor; yüceliyor.
“Yüksek edebiyat bize alçak geliyor” sloganıyla okurları yeni yazarlarla buluşturan Raskol’un Baltası Yayınları, anlatıyı kısıtlayan kuralları alaşağı edecek yepyeni bir “çatışkan Raskolnikov” ile tanıştırıyor bizleri: Ahmet İnce. İnce ilk romanı “Yücelme”yle topluma dair güncel gerçekleri sorgularken yer yer gerilimin yükseldiği psikolojik bir yolculuğa davet ediyor okurları.
Remzi Kitap Gazetesi, Ekim 2013.