Hayat Güzel
Ne zaman başladım mum yakmaya, hatırlamıyorum.
Bizim evde mum elektrik kesilince yakılırdı. Uzundu, beyazdı, utangaçtı. Ses etmezdi melamin çay tabağına oturtulmanın sakilliğine. Babamın yediği haltı affettirebilmek için yaldızlı kağıtlara sarıp getirdiği gümüş şamdan boy gösterene kadar da korudu sakil duruşunu. Sonra o emektar çay tabağı usulca tel dolabındaki ücra köşesine döndü mecbur. Gümüş şamdan da bir mutsuzluk nişanesi gibi en orta yerinde konuşlandı salonun.
Bizde annem yakardı mumu hep. Daha bir sürü şeyi hep annem yapardı. Çok güzeldi annem. Yersiz bir romantizmle söylemiyorum, gerçekten güzeldi. Ben çocukken, delikanlıyken, büyüdükçe. O hep güzeldi. Çabasızdı güzelliği, kendiliğindendi. Sesini unuttum sanki ama ince parmakları arasında yuvarladığı ojenin, bilmem kaç yıllık yorgun alyansına çarpıp çıkardığı o melodik tıngırtıyı hala duyuyorum arada. Her şey yolunda demekti bu ses. Endişelenecek bir şey yok demekti. Rahatça uyuyabilirdim bu sesi duyduğum sürece. En güzel, en intim uykularım hep bu sesin gölgesindeydi. Sonraları yavaş yavaş duymaz oldum. Bıraktı annem. Önce kadın olmayı, sonra kendi olmayı.
Şimdi öylesine yakıyorum sehpadaki bu renkli mumları. Bir sebebi yok. En azından benim bildiğim. Nereden bulduysa çıkarıp koymuş sehpanın üzerine Ayten Abla. Böyle ufak değişiklikler yapıyor arada bir. Orta sehpanın yerini değiştiriyor, sanki başka bir ortası olabilirmiş gibi oturma odasının. Ya da bej renkli berjeri alıp camın önünden, televizyonun karşısına koyuyor. Uzanmadan televizyon izleyebilirmişim gibi. Belli ki zevk alıyor her hafta tozunu aldığı sehpaya hükmetmekten. Ya da benden öc alıyor. Bu da bir ihtimal. Var çünkü geçerli sebepleri.
Sıcak bir kış günü tanışmıştık Ayten Abla’yla. Aralığın ortası gelmiş ama kış hala gelmemişti. Anormal meteoroloji, insanları kehanete sürüklüyordu. Bir fevkaladelik vardı kışın bu denli gelmeyişinde. Kötü şeyler olacaktı belli ki. Oldu da.
Eski sevgilimin fikriydi Ayten Abla. Eski dediysem, bir yıl oldu ayrılalı. O sıralar sürekli bende takılıyorduk. O ailesiyle yaşıyordu. Geriye sevişebileceğimiz tek bir yer kalıyordu; benim lüzumsuzca büyük olan evim. Benim değil aslında eniştemin eviydi. Teyzemin dolayısıyla. Kiracıları çıktığı zaman ben de ev bakıyordum, gel otur dediler. Akraba kontenjanından da makul bir kira bedeli. Derken taşındım.
O zamanlar eski sevgilim ilgilenirdi evle daha çok. Temizliği, ütüyü, hep o yapardı. Kendince hiç tanımadığı annemi taklit etmeye çalışıyordu, anlıyordum bunu. Arkamı toplarsa onu daha çok sahipleneceğime inanıyordu ki alakası yoktu. Bunu ona hiç anlatmaya çalışmadım, benim de işime geliyordu belli ki. Sonra bizim şef kötü hastalıktan vefat edince ben geçtim yerine, maaşım arttı. Bir temizlikçi tutmaya karar verdik. Haftada bir. Eski sevgilim, iki çocuğu ve alkolik kocası yüzünden temizliğe başlayan bir tanıdıkları olduğunu söyledi. Yazıktı kadına, paraya ihtiyacı vardı. Kocası işsiz, çocukları lisedeydi. Tamam dedim, gelsin o zaman. O Ayten Abla diye bahsediyordu ondan, ben de onu taklit ettim. O dediğim İnci. Adı İnci’ydi eski sevgilimin. Neden bilmiyorum, hiç sormadım. Pek kurcalama huyum yoktur insanları. Kendim de kurcalanmayı sevmediğimden. O da anlamış olacak ki, o dediğim İnci, eski sevgilim, pek soru sormazdı bana. Ayten Abla’ya, haftada iki kere gelmeye başlamasına rağmen, neden hala aynı parayı verdiğimizi de sormadı. Neden haftada iki kere gelmeye başladığını da. Anladı belki de.
Üçüncü gelişinde yatmaya başladık Ayten Abla’yla. Kış nihayet gelmişti. Ev sıcaktı, ayaklarım soğuktu. Hiçbir geçerli sebebim yoktu sevgilime ihanet etmek için. Babam da böyleydi benim. Kanıbozuk pezevenk. Düpedüz haysiyetsizdi. Kaç kere aldattı annemi kim bilir. Hep aynı terane. Dut gibi sarhoş geldi mi sabahın kör saati eve, anlardık. Hepimiz. Anlar, bilir ama susardık. Çünkü annem de susardı. İki gün gönlü küser, üçüncü gün unutmuş gibi yapardı. Hiçbirini unutmadığını annem ölürken anladım.
Ne annemden ne de babamdan bahsederdim ona. O dediğim İnci, eski sevgilim. Sorardı sormasına ama anlatasım gelmezdi benim. Ne anlatmak ne de anlamak işime yaradı benim şu hayatta. Ben de konuyu kapatsın diye, her ailenin hafızasında olabilecek harcıalem anılar uydururdum. Düpedüz de uydurmazdım tabii, esinlenirdim çocukluğumdan. Zor benim için anlatmak. Çirkinliğe ilgi duyduğumu mesela, kime nasıl anlatabilirim? İnci’ye biçimsiz ayaklarına vurulduğumu söyleyebilir miydim? Ya da Ayten Abla’nın varoluşsal çirkinliğinin fevkalade tahrik ettiğini beni? Kendimle aramın çirkin olmayışlarımdan ötürü açık olduğunu 17 yaşımda idrak edebildiğimi? Aslında çirkinliğe olan düşkünlüğümün babama duyduğum hayranlıkla ilişkili olduğunu. Çirkinliğinin güzeller güzeli annemin yanında göze batarcasına parladığını. Her ne yapıyorsa en rezil, en müptezel yollara başvurarak yaptığını. Ona benzememek için verdiğim mücadelenin yorgunu olduğumu. Yine de kaçınılmaz şekilde git gide ona benzediğimi. İnci’ye nasıl anlatabilirdim?
Ayten Abla’ya anlatabilirim ama. Dinler. Sorgulamadan, yargılamadan. Önemli bir şey anlattığımı düşünerek. Onu ciddiye alıp bir şeyler anlatıyor olmamdan mutluluk bile duyarak dinler. Kimselere de demez üstelik. Korkar onu bir daha aramayacağım diye. Yine de anlatmam o başka. Ama emniyetli bir şekilde bilirim ki bir gün kafam atar ya da canım çekerse, dökülebilirim. Bu yüzden yakınlaştık belki de. Asla anlatmadığım için de asla yeterince yakın olamadık. Gerek duymadım.
Sehpadaki mumlardan turuncu olan sönmeye yüz tutarken ben yine annemi düşünüyorum. Ölürken bile güzel öldüğünü. İstemsizce babamı düşünüyorum sonra. Büyüdükçe ona daha çok benzediğimi, çirkinleştiğimi. Hem tuhaf bir haz alıyorum bundan, hem rahatsız oluyorum. Sanki yer değiştirirsem kaderimi de değiştirebilirmişim gibi kalkıyorum yerimden. Banyoya gelmeden kapı çalıyor. Ayten Abla.
Hızla deve tüyü rengindeki pardesüsünü ezberlenmiş hareketlerle vestiyere asıyor. Çilek mi çıkmış diye geçiriyorum içimden, elindeki ince torbaya bakarken. Duymuş gibi beni “Çilek çıkmış” diyor. “Yıkar getiririm.” O torbayla birlikte mutfağa giderken, o dediğim Ayten Abla, ben onu izliyorum. Biçimsiz kalçalarına, bakımsız saçlarına, yorgun dirseklerine bakıyorum. “Hayat güzel” diye geçiriyorum içimden. Her şey yolunda.